Kur'an'da ´Nebi´ Kavramı

Nebi, makamı yüksek olan ve insanlar arasından seçilmiş, ya da özel bir yeri olan ‘haberci’ anlamına geldiği fikri, ağırlıklı olarak kabül görmüştür. Fakat şuna dikkat etmek gerekir; arapçada ‘haber’ ve haberci sözcükleri kullanılmaktadır. En-Nebee, denildiğinde, sözkonusu haber/bildirimin, büyük ve önemli bir ‘bilgi’ içermesi gerekir ki, bu kelime köküyle ifade edilsin, aksi takdirde ‘haber’ diye ifade edilir.

 

‘’ Birbirlerine hangi şeyi sorup duruyorlar? O büyük haberi mi? ( Ani-nnebe-il’azîm-i ) Nebe: 1;2

 

Bu çerçevede, önemli bilgi içeren ve insanı sarsacak olan haberin mahiyetinin, yanlışlanabilir olması da sözkonusudur; şu ayette olduğu gibi:

 

‘’Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber (bi-nebe-in) getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.’’ Hucurat: 6

 

Her halükarda ‘ne-be-e’ ile ifade edilen haberin, insanları ‘sarsacak’ nitelikte olması gerekir; aksi halde sıradan habere, zaten ‘ha-be-r’ denmektedir... O halde şöyle diyebiliriz: Her ‘ne be e’ önemli bir haberdir; fakat her ‘haber’ bir ‘ne be e’ değildir.

‘’ Dedi ki: 'İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim. (seunebbi-uke ) ‘’ Kehf: 78‘’

 

‘’De ki:-Size, bundan daha hayırlı olanı haber vereyim mi? Allah'tan korkan/günahlardan sakınanlara, altından nehirler akan ebedi kalacakları cennetler vardır. Tertemiz eşler ve Allah'ın güzel kabulü vardır. Allah, kullarını hakkıyla görendir.’’ Al-i İmran: 15

 

O halde nebi: Toplumunun karşısına büyük bir haberle gelen, -ki bu haber bizzat kendisine vahyedilen, Allah’ın kelimeleriyle dizayn edilmiş ayetleri mutlak, mesajı/risaleti olan bir resül- seçilmiş ve makamı yüksek olan Nebi/şahsiyettir... Önemli ve insanı derinden etkileyecek olan ‘Kur’an ayetlerini’ kendi toplumuna ve çağdaşlarına okuyan, haber veren ‘Nebi’, ayetlerin başındaki ‘De ki’ ibaresiyle ‘Resül’ konumundadır; fakat sonrasında, ayetlerle ilgili açıklamalarında, kendisinin tanındığı ve kendisinin de onları tanıdığı ‘o toplum içinde’ toplumunun bilgi düzeyini, algısını, içinde yaşadığı toplumun dinamiklerini hesaba katarak yaptığı ‘açıklamalar’ onun Resül özelliğine değil, Nebi özelliğine ait izzahlardır. Şunu bir kez daha ifade edelim ki, yanlış anlamalara mahal vermeyelim: Muhammed, son Nebi’dir, ‘beşer olarak ta’ son Resül. (Resül kavramında ifade etmiştik) Bunu nereden anlıyoruz sorusuna ‘İlahi son mesajdan’ diyerek cevap veririz. Fakat meleklerin elçiliği devam eder; şu ayette olduğu gibi:

 

‘’ Öyleyse, Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kimdir? Kitaptan kendilerine bir pay erişecek olanlar bunlardır. Nihayet resüllerimiz, hayatlarına son vermek üzere kendilerine gittiklerinde onlara diyecekler ki: "Allah'tan başka taptıklarınız nerede?" "Onlar bizi (yüzüstü) bırakıp-kayboldular" diyecekler. (Böylelikle) Bunlar, gerçekten kafirler olduklarına kendi aleyhlerinde şehadet ettiler.’’ A’raf: 37

 

Nebi’nin, kendi toplumunu tanıyor oluşu, onların arasından çıkan birisi olmasını da gerekli kılar. Böylece toplumun kendi ‘Nebi si’ hakkında bir fikri vardır; onun emin ve güvenilir oluşu hakkında, en ufak bir şüpheleri sözkonusu değildir. Yine onun ahlakını tartışma konusu bile yapmazlar. Nebi de ‘kendi toplumunun’ durumunu yakınen bilmektedir. Onların eğilimlerini, neleri ilahlaştırdıklarını, kimleri rabb makamında algıladıklarını, görüp/bilmektedir. Mesaj, o günkü dille, o toplumun içinde bulunan insanların anlayacağı biçimde ve evrensel/zaman üstü bir özellikle, insana ‘daima yol gösteren’ bir içerikle inmiştir. İnsanı ve toplumu, Hakk temeli ile ‘Tevhid’ ilkesine oturtacak, İlahi bir projedir. Nebi ise, ‘İlahi projenin mimarı’ gibidir. Bu proje –Risalet- ona verilmiştir. Artık Nebi, kendi toplumunda bulabileceği olanaklar ve kendisini destekleyecek olan müminlerle, ‘müslüman insanı ve toplumu inşa edecek’ projeyi uygulamaya koyar; ne kadarına güçleri yeterse...

 

‘’ Şüphesiz, Allah ve melekleri Nebi’ye –destekleyip/yardım- salat ederler. Ey iman edenler, siz de O'nu –destekleyip/yardım- salat edin ve tam bir teslimiyetle O'na –yapabileceğinizi ortaya koyup- selam verin.’’ Ahzab: 56

 

Şimdi zihinlere daha iyi oturması için, kavramsal boyutta, resül ile nebi farkını irdeleyelim. Bu iki kavramın, yönün, aynı şahısta toplanmasına rağmen, farkın anlaşılamaması halinde, bu durum, bir paradoks oluşturacaktır. Muhammed’in sözlerini inkar edenler, onun nebi oluşunu inkar etmiyorlar; onun ‘resül olduğu iddasını’ inkar ediyorlar. Yine Muhammed’in ‘peygamber statüsünde kabül edilmesi’ –nebi/resül harmanlanması- onun ilahlaştırılmasına ve ölümsüzlüğüne, inanılmasına sebep olmaktadır. Oysa Risalet, Yaratıcının, yarattığı insana, yaradılış sebebini bildirmesi ve bu sebebe atıfla ‘İnsanın nasıl/bu yaradılışa uygun hale geleceğinin –mesajı- bildirgesi/projesi.’ Şimdi mesele, bu bildirgenin/projenin ‘kime verileceği’ meselesi... Seçilenlere... Peki ‘seçilen’ o toplumun kriterlerine uyumlu mu? (Konunun dağılmaması için burayı kısa tutacağız.) Uyumlu değil; kriter farklı, fakat ‘Allah dilediğini seçer.’ İşte tam olarak burada ‘Nebi’ devreye girer. Nebi, bu iş için seçildiğinden emin olarak, bu bildirgeyi/projeyi ilk önce kendi üzerinden başlayarak, uygulamaya koyar . Aynı anda, en yakınlardan başlayarak, onlardan da ‘kendi örnekliğinde’ bu projeye göre ‘inanıp- değişimi’ gerçekleştirmelerini talep eder/ister. Bu sebeple, fark büyük bir farktır. Proje ile mimarlık farkı gibi... Proje sahibi Allah; imarı gerçekleştirecek – okuyup/uygulayacak- olan ise insan... Şimdi ‘Muhammed e’ verilen proje açısından baktığımızda, Resül; projenin uygulayıcısı açısından baktığımızda, ise ‘NEBİ’ dir. İşte fark, bu kadar bariz ve açıktır.

 

‘’ Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü (hikmeti) ve nübüvveti verdikten sonra insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kulluk edin' deme (hakkı ve yetki)si yoktur. Fakat o, 'Öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre Rabbaniler olunuz” (deme görevindedir.) ‘’ Al-i İmran: 79

 

Nebi’nin diğer tarafının ‘resül’ olması ona indirilen vahyin –ilahi mesajın- kitap olarak ifadesi, zaman üstü bir anlam içermektedir; bu kitabın içindeki hükümler de öyle... Nebi’nin ‘hikmeti’ ise, içinde bulunduğu toplumunu okuyup- tahlil etmesi ve bu kitabın hükümlerini de, kendi toplumuna okuyup/geçerlilik kazandırması yönünde... O halde şöyle bir tespit yapmamız yerinde olacaktır: Aynı şahsiyetin iki özelliğinden, ‘RASÜL’ yönü, zaman üstü ve evrenseli temsil eder; ‘NEBİ’ yönü ise tarihseli temsil eder. Bu sebeple ‘Allah’a ve resülüne itaat farzdır’ Nebi’ye ise destek ve yardım esastır; şu ayette olduğu gibi:

 

‘’ Şüphesiz, Allah ve melekleri Nebi’ye –destekleyip/yardım- salat ederler. Ey iman edenler, siz de O'nu –destekleyip/yardım- salat edin ve tam bir teslimiyetle O'na –yapabileceğinizi ortaya koyup- selam verin.’’ Ahzab: 56

 

Burada birçok anektod yerine, şu hususu aktarmak yerinde olacaktır: Muhammed, toplumunda yapacağı işlerde arkadaşlarıyla meseleyi istişare ederdi. Bir hususta karar verdiği zaman, sözkonusu karar, bazı arkadaşlarına isabetsiz gelebilir ve Muhammed’e şöyle derlerdi: ‘Bu karar Allah’ın emri mi; ya da senin öngörün mü?’ şayet kendi kararı olduğunu söylerse, bu kararı masaya yatırıp- isabetsizliğini ortaya koyabiliyorlardı... İşte masaya yatırılan karar, onun ‘Nebi’ yönü ile alakalıdır. Şu ayetlere dikkat edelim:

 

‘’ Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.’’ Ahzab: 36

 

‘’ Ey Nebi, Allah'tan sakın, kafirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.’’ Ahzab: 1

‘’ Ey Nebi, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek, Allah'ın sana helal kıldıklarını niçin haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.’’ Tahrim: 1

 

İşte tam burada şunu ifade etmek gerekir; ‘Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.’ Öte yandan ‘Nebi’ olarak hitabında ’ Ey Nebi, Allah'tan sakın, kafirlere ve münafıklara itaat etme.’ İkincisinde, ’ Ey Nebi, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek, Allah'ın sana helal kıldıklarını niçin haram kılıyorsun?’ ifadesiyle ‘Nübüvvetin inşasının, nasıl da Risalet yönüyle gerçekleştiğini idrak ederiz.’ Bu minval üzere şu ayetlere de bakalım:

 

‘’ İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.' Ancak İbrahim'in babasına: 'Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah'tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.' demesi hariç. 'Ey Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik ve 'içten sana yöneldik.' Dönüş sanadır.' ‘’ Mümtehine: 4

 

Yine şu gelen ayet bağlamında, ilişkisini kurup- değerlendirmesini yapalım:

 

‘’ Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar müşrikler için bağışlanma dilemek Nebi ve iman edenlere yaraşmaz.’’ Tevbe: 113

 

İbrahimin örnek gösterilen ‘Nübüvvetin’den’ ‘' Ancak İbrahim'in babasına: 'Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah'tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.' demesi hariç.’’ İstisna edilerek örnek alınması engellenmiştir; fakat bu husus, şu ayetle de desteklenerek altı bir daha çizilmiştir : ‘’ Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar müşrikler için bağışlanma dilemek Nebi ve iman edenlere yaraşmaz.’’ İnşallah, farkın ehemmiyeti yeterince anlaşılmıştır; zira bu hususun anlaşılması, bütün meselelere tevhidi boyuttan yaklaşmamızı, kolaylaştırıp- anlamlandıracaktır.

 

Muhammed’in ‘Risaletini’ onaylayıp- iman eden kimsenin, onun ‘Nübüvvetine de destek vermesi’ gerekir. Fakat bu iki ayrı özelliğin bilincinde/şuğurunda olarak... Risaletin ona, Allah’tan indiğini kabül etmek demek, onun ‘Nebi’ olarak, İlahi Mesajın üstüne taşmayacağını da kabül etmek olduğunu...

 

‘’ Eğer o, bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı. Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik. Sonra onun can damarını elbette keserdik. O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden engelleyip-uzaklaştıramazdı.’’ Hakka: 44; 47

 

‘’ Ve şüphesiz o (Kur'an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz (ondan) sorulacaksınız.’’ Zuhruf: 44

 

‘’ Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılı bulacakları ümmi (Tevrat ve İncili bilmeyen) Nebi olan Resul’e uyarlar; o, onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır.’’ A’raf: 157

 

O halde şunu ifade etmemiz yerinde olacaktır: Alemlerin Rabbi ile nasıl bir bağ kurulması gerektiği bilgisi, yeryüzünde insanın varoluş sebebinin -ne olduğu/bilgisi, insanın ‘neyi/nasıl’ yapması gerektiği bilgisi, yani şu ayetteki gibi: ‘’Andolsun, biz her ümmete: 'Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının' (diye tebliğ etmesi için) bir RESUL gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.’’ -16/36 – İşte kastettiğimiz bu minval üzere olan, bilgilendirme yönü –yani uyup- yapması gereken bilgiyi tebliğ etme yönü- ‘RESUL’ ile ifade edilirken, geçmiş resüllerin ve Muhammedin, ‘bu bilgiye’ uyup- eyleme dönüştürme yönleri de ‘NEBİ’ kavramı ile ifade edilmektedir.

 

Muhammed, kendi sözlerinin yazılıp- kayıt altına alınmasına izin vermemiştir; onun arkadaşlarının çoğu da bu talebine sadık kalmıştır. Fakat ‘Kur’an ın’ kayıt altına alınmasına büyük titizlik göstermiştir. (Bölüm bölüm ezberletmek dahil) O halde şu soruyu sormak lazım: Onların istemediği ve yapmadığı şeyi, neden iki yüzyıl sonra –tekrar gündeme getirip- kayıt altına almaya başlamışlardır? (Bu ayrı bir husus olarak değerlendirilmelidir.) Bizim ifade etmek istediğimiz ‘Geçmişteki nebilerin örnek olan ve örnek olmayan yönlerinden ‘kesitler’ Kur’an da ifade edilmiştir; Muhammed’in ‘Nebi’liği ise, adım adım ifade edilmiştir. Bu sepeple onun ‘Vahiy harici sözleri’ hem o günün günceli ile ilgili, hem de, adım adım inşa edilen bir süreç oluşu sebebiyle, öncesi ile sonrası arasında ‘algıda fark’ olabilecektir. Bu sebeple onun bu sözleri –kendi ifede etmiş olsa dahi- ‘delil olarak kullanılmamalıdır.’ Bu sebeple çok canlar yanmıştır. O halde ilahi mesajı, Alemlerin Rabbinin beyan edip- açıkladığı gibi anlayıp- iman etmek esastır ve delil –ayet- olan budur. Risalet boyutu da budur. Nübüvvet boyutu da, ilk önce, ‘İçinde yaşadığımız toplumu ve çağı iyi okuyup/anlamamızı gerektirir; aynı zamanda, İlahi mesaja sadık kalarak ve bu mesaja uyarak, onu bu topluma güncelleyip- okumak ve ‘İslam dininin –sisteminin- inşasına’ yardım etmekle gerçekleşecektir.

 

Muhammed’in, ilke olarak, ‘Risalet’ ile ilk muhatab kılınılışında, bir okuma/algılama/değerlendirme/düşünme/keşif biçimi ile karşı karşıya olması, onun ‘Nebi-liğinin’ –Nübüvvetinin- inşasının, ilk adımlarıdır; ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku.’ 96/1 Artık ne yapacağını bilmeme konumundan, ne yapacağını ‘öğrenmeye/bilmeye’ başlayan ve iradesini hangi yönde kullanması gerektiğinin şuuruna ererek, bu bilince geçişi gerçekleştiriyor. ‘O, insanı alak'tan yarattı. Oku, Rabbin mutlak kerem sahibidir; öyleki O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti.’ -96/2-5 – Şimdi, empati yapalım ve kendimizi ‘Muhammed’ in yerine koyalım. Ne yapardık; nasıl düşünürdük? Mesajın incelenmesi, sorunun cevabını da bünyesinde taşır... Evrenin, doğanın, bitkilerin, canlının, insanın, toplumun, okunup- değerlendirilmesinde ‘Yaratan Rabbi hesaba kat! O’nun düzenini anlamaya çalış. Buna muhalefet etme, çünkü gerçek bu! Senin ilk konun, Rabbinle gerçek bağı kurmak; O’nun bildiği senin bilmediğin bağı... Bunun için gecenin bir kısmında kalk ve düşünceni bu esaslarla temellendir; yeni pratiğine hazırlan, çünkü ‘senin üstüne ağır bir söz ilka edeceğiz’ (73/5) Muhammed’in adımları işin tabiatına uygundu; o toplumundan habersiz değildi; onların gafilliğini artık teşhis ediyordu... Rabbinin –mutlak terbiyecisinin- metodolojisinden yürüyordu...Muhammed şunu anlamıştı: Rabbinin hatırlanıp- bilinmesi, insan takati/enerjisi ile gerçekleşmesi gerekiyordu; imtihan buydu... Artık ‘Kalk uyar; Rabbinin büyüklüğünü anlat!’ (74/2-3) Fakat toplumun, kula kulluk ilişkisi üzerine kurulu sisteminin ileri gelenleri, bundan hoşlanmayacak! Öte yandan meselenin çok büyütülüp ifşası da onları daha çok rahatsız edecek. Allah’ın Mülkü üzerinde –O’nun izin verdiği kadar- büyüklenip- şımaran, ‘her ileri gelen’ yönetici, zengin, çete lideri, dini versiyonlarla güçlenenler dahi, bu gerçek karşısında ‘apışıp- kalır’ sonra da ‘mesajı etkisiz hale getirmenin yollarını ararlar.’ Bu dün de böyleydi; bu gün de böyle... Bu ileri gelenler, ilk önce, taviz, rüşvet, imkan, ortaklık ve benzeri tekliflerle, ‘Doğru yolun ortasına otururlar’ yeterki asıl mesele ‘Tevhid’ anlaşılmasın!

 

‘’ Şu halde yalanlayanlara itaat etme. Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı. Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren. Hayrı engelleyip- sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar, Zorbayı, bütün bunlarla beraber soysuz olan yardıkçıyı... Mal ve oğul sahibi olması sebebiyle. Ona ayetlerimiz okunduğu zaman:-Eskilerin masalları!.. der. Yakında onun burnunu yere sürteceğiz.’’ Kalem: 8- 16

 

Toplumun okunmasında, ana hatları itibarı ile, bunu hep görürüz; çünkü bu, bütün nebilerin karşılaştığı bir durum! Müşrik toplumların, düzenini devam ettiren ‘tüm ileri gelen unsurlar’ Allah’ın mülkünü ‘çoğunluğun elinden alarak’ kendi elinin altında tutma hırsı içinde hareket eder! Bunların denenmesi, (68/17) bahçe sahiplerinin denenmesinden farklı değil. Kendi kabiliyyet ve enerjileriyle kazandıklarını düşündükleri ‘mülkte’ çoğunluğun hak sahibi olmadığına karar vermiş olmaları ve bu hak sahibi çoğunluğu bundan engellemeleri onların temel ilkesi... Bu tarzın ve tutumun nasıl da daima yürürlükte olduğuna şahid oluruz; önceden ve daha da önceden olduğu gibi... Rantın, büyük imkanların ve tatminkar kazancın sahalarından ‘yoksulları, çaresizleri, ihtiyaç sahiplerini uzaklaştırmak’ bu ileri gelenlerin yaşam tarzı olması sebebiyle ‘İlahi adalete’ karşı inkarcıdırlar. Onların bu inkarı, nebilerin hırpalanmalarının ana sebeplerinden biridir; bir diğeri de, bu hususu ‘Allah’ın bildirdiği gibi inşa etmek için çaba sarfetmeleri... Mülkün sahibinin Allah olduğunu ve bunda herkesin hakkı olduğu... Her ‘insan’ bireyin, diğer zorba insanların tasallutundan kurtulmalarını sağlamak... Onların, Allah ile bağ kurmasında engel olacak olan ‘tüm yönlendirici etkilerden’ kurtulmalarını sağlamak...

 

‘’ Artık onlar, bundan sonra hangi söze inanacaklar?’’ Mürselat: 50

‘’Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir.’’ Bakara: 115

 

‘’ Gaybın anahtarları O'nun katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitapta (yazılı)dır.’’ En’am: 59

 

Allah’ın tesisini murad ettiği/istediği dini, –İslamı- ‘Risalet’ belirler; nasıl inşa edileceğini de, risaletin onayladığı ‘Nübüvvet’

‘’ İşte onlar o kimselerdir ki, kendilerine kitap, hüküm ve nübüvvet vermişizdir. Şimdi şu kavimler, eğer bu delilleri inkar ederlerse, artık ‘Biz ona’ inkarı olmayan bir kavmi vekil etmişizdir.’’ En’am: 89

Adnan Zengin