KUDEMA BEZMİNE AHİRDE GELEN BÜYÜK VELİ: MAHMUD EFENDİ HAZRETLERİ[1]
Tasavvuf, ruhu “mâsivâ”dan arındırma ve İslâmî değerlerle donatma yoludur. Tarikatlar ise bu faaliyetleri gerçekleştirmek için tarihi süreç içerisinde oluşan irfan ocaklarıdır.
Tasavvuf, ferdin şahsında düşünüldüğünde onu seyr-u sülûk ile Allah Teâlâ’ya yaklaştıran bir saika, cemiyet çapında dikkate alındığında ise, tarikatlarla sistemli bir şekilde insanlara yön veren bir kurum olarak karşımıza çıkar.
Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’ten beslenen sûfi telakkiler, İslâm’ın erken dönemlerinden günümüze kadar geniş kitleler tarafından benimsenmiş, farklı nisbeler altında idârî, ictimâî ve ilmî kurumların oluşum ve devamında önemli roller üstlenmişlerdir.
Anadolu’nun İslâmlaşmasında tarikatların üstlendiği rol en az orduların zaferleri kadar önemlidir. Tarikatlar, insanları İslâm’la tanıştırdıkları gibi, onlara İslâm’a göre nasıl yaşanılabileceğini de göstermişlerdir. Osmanlı Devleti’nin güçlü bir ictimâî yapıya sahip olması tarikatların varlığıyla doğrudan ilişkilidir.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden günümüze kadar Anadolu ve çevresinde etkin olan Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolu sahip olduğu ümmet telakkisi ile ayrılıkçı akımları etkisiz hale getirmiş ve bu yolla adeta Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatmıştır. Geniş bir coğrafyada irşad faaliyetinde bulunan Mevlânâ Ziyâuddîn Hâlid b. Hüseyn el-Bağdâdî’ye (v.1242/1827) nisbet edilen Hâlidiyye kolu, Osmanlı topraklarında millet-devlet dayanışmasının tesis edilmesinde çimento vazifesi görmüştür. Ayrıca tekke ile medrese, uzun yıllar devam eden husumetten sonra Mevlânâ el-Bağdâdî’nin gayretleriyle birbirlerini tamamlayan kurumlar olduklarını fark etmişlerdir. Çok sayıda âlim Hâlidiyye Tarikatı’na intisap etmiştir. Bu yüzden Hâlidiyye’ye “ilmiye sınıfının tarikatı” da denmektedir.
Abdullah Mekkî vasıtasıyla Mevlânâ el-Bağdâdî’ye dayanan, günümüzde ise Mahmud Ustaosmanoğlu Hoca Efendi ile temsil edilen İsmailağa Cemaati, Hâlidîliğin kolları içerisinde muhalled yapıyı ilk haliyle koruması ile temayüz etmektedir.
HâLİDîLİK
Hâlidîlik, Nakşibendiyye Tarikatı’nın önemli bir koludur. Bu kolun nasıl bir temelde yükseldiğini anlayabilmek için Nakşibendiyye Tarikatı’nın doğuşunu ve tarihi gelişimini bilmek gerekir.
Nakşibendiyye, Buhârâ’ya 9 km mesafede yer alan Kasr-ı ârifân Köyü’nde dünyaya gelen Behâuddîn Nakşibend Muhammed el-Buhârî (v.791/1389) Hazretleri adına nisbet edilen bir tarikattır.[2] Muhammed Behâuddîn tarîkatı zahirde Muhammed Baba Semmasî (v.740/1239)’den almış, sonra onun talebesi Seyyid Emir Külâl’e öğrencilik yapmıştır. Gerçekte ise O bir “üveysidir”. Yani eğitimini manevi yolla Abdulhalik Gücdüvânî’den almıştır.[3]
Behâuddîn Nakşibend Hazretleri vefatından bir gün önce, yetiştirdiği müritlerine Muhammed Parsa (v.822/1419)’ya tabi olmalarını vasiyet etmiş[4], Muhammed Parsa ve diğer halifeler vasıtasıyla Nakşibendiyye Tarikatı geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.
İmam-ı Rabbânî (v.1035/1626)’nin etkisiyle onun “Müceddidiyye” diye de anılmasına zemin hazırlamıştır.
Nakşibendiyye Tarikatı’nın Müceddidiyye koluna mensup olan Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî,[5]Nakşibendîliğin özellikle Osmanlı topraklarında yayılmasında etkili olmuştur.
Mevlânâ el-Bağdâdî, ümmet bilincini aşıladığı yüzlerce halife ve müridi ile Osmanlı topraklarında emperyalizmaya karşı hilafetin müdâfaasını yapmıştır. Dağıstan’dan Sumatra’ya kadar yayılan talebeleri bulundukları bölgelerde Osmanlı Devleti’nin gönüllü neferleri olarak çalışmışlardır. [6]
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî siyasî faaliyetlerinin yanı sıra akîde alanında da yoğun bir gayret içerisinde olmuştur. Gerek kendisi, gerekse de halifeleri bulundukları bölgelerde kurdukları medreselerde Ehl-i Sünnet akidesinin temel kitaplarını okutmuşlar, çok sayıda ilim adamı yetiştirmişlerdir.
Mevlânâ el-Bağdâdî birçok defa Şii alimlerle münazara yapmış, özellikle Şîa’nın yayılma gösterdiği bölgelerde Ehl-i Sünnet akîdesinin güç kazanmasına büyük katkıda bulunmuştur. Onun irşadı neticesinde Şîa’nın Anadolu ve Irak’taki nüfuzu etkisiz hale getirilmiştir.
Mevlânâ el-Bağdâdî’nin Osmanlı sevgisi ve Şîa karşıtlığı öğrencileri üzerinde o derece etkili olmuştur ki halifelerinden Taha el-Hakkârî, gördüğü bir rüya neticesinde Ehl-i Sünnet akidesini benimseyen İran hükümdarı Mehmed Şah’ın gönderdiği hediyeyi Osmanlı Devleti’ni incitmemek için geri çevirmiştir.[7]
Mevlânâ el-Bağdâdî yaşadığı dönemdeki alimlerden büyük saygı görmüştür. Muhammed Emin adıyla bilinen İbn-i Âbidîn, Rûhu’l-Me’ânî adlı tefsîrin sahibi Mahmud el-âlûsî, II. Mahmud’un Şeyhü’l-İslâm’ı Mekkîzâde Mustafa Asım Efendi onun allâme müritlerinden birkaçıdır.[8]
Mevlânâ el-Bağdâdî’nin itibarı ulemâ nezdinde o derece kabul görmüştür ki, muasırları tarafından kendisine yöneltilen tenkitlere cevap bizzat söz konusu alimler tarafından verilmiştir. Nitekim Abdulvahhab es-Sûsî’nin Hâlid el-Bağdâdî aleyhindeki ifadelerine dönemin büyük fakihi İbn Âbidîn tarafından yazılan “Sellü’l-Husâmi’l-Hindî li-Nusrat-ı Mevlânâ Şeyh Hâlid en-Nakşibendî”[9]adlı eser ilim çevrelerince hala takdirle karşılanmaktadır.
Mevlânâ el-Bağdâdî ile birlikte tarikat Nakşibendiyye-Halidiyye diye anılmaya başlamıştır. Halidiyye yeni bir tarikat olmaktan ziyade bir kolbaşı işlevi görmüştür.
Mevlânâ el-Bağdâdî Nakşibendilik içerisinde İmam-ı Rabbânî’den sonra en etkin olan ikinci adam olmuştur. Onun vesilesiyle Osmanlı topraklarında, özellikle de İstanbul’da farklı tarikatlar ve değişik Nakşibendi kolları ciddi anlamda nüfuz kaybına uğramış ve 1826 yılında kapatılan Bektâşî tekkeleri Halidi şeyhlere verilmiştir.
Hâlidiyye’nin İslâmî esaslara uygun olması ve mürşitlerinin ulemâ sınıfından gelmesi, tarikatın İstanbul ulemâsı tarafından kabul görmesinde etkili olmuştur. Kısa zamanda Nakşibendîlik ilim ve devlet adamları nezdinde ciddi bir saygınlığa ulaşmıştır. Tarikatın İstanbul halifesi İzmirli Ahmed Eğribozî’nin faaliyetleri neticesinde şeyhü’l-islâmlar Mekkîzâde Mustafa Asım ve Mehmed Refîk Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Said, Davud, Gürcü Necip, Namık Paşalar ve Musa Saffetî Hâlidiyye’ye intisap etmiştir. Mevlânâ el-Bağdâdî’nin Osmanlı sınırları içerisinde bulunan Suriye’de ikâmet etmesi ve halifelerinin Osmanlı Devleti’ne bağlılıkları, devlet adamlarının tarikata ilgisinin artmasında etkili olmuştur.
Mevlânâ el-Bağdâdî’nin yaşadığı Süleymaniye, Bağdat ve Şam bölgelerindeki farklı tarikatlar, müntesiplerinin Nakşibendî olmaları üzerine yöresel ağırlıklarını kaybetmişlerdir. Kâdirîlerin yoğunlukta olduğu Kuzey Irak Bölgesi, Hâlidiyye’nin doğuşuyla yerini Nakşibendîliğe bırakmıştır. Berzencî ve Sâdât-ı Nehrî gibi şeyh ailelerinin çoğu Kâdiriyye’den Nakşibendîliğe geçmiştir. Zamanla Kürt kimliği bir dereceye kadar Hâlidiyye ile bütünleşmiştir.
Hâlidiyye’nin siyasî açıdan etkin olduğu bölgeler arasında Kuzey Kafkasya’nın ayrı bir yeri vardır. Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin önde gelen halifelerinden İsmail Şirvânî XIX. yüzyılın ilk on yılında Halidiyye’nin Kuzey Kafkasya’da yayılmasını sağlamıştır.
İsmail Şirvânî’nin silsilesi Has Muhammed Şirvânî, Muhammed Yerâğî, Cemaleddin Gazi-Gumükî ve onun müridi Şeyh Şamil ile bölgede en etkin tarikat haline gelmiştir. Şeyh Şamil önderliğinde yürütülen bağımsızlık mücadelesi Ruslara karşı önemli zaferler kazanmıştır. Kuzey Kafkasyalı Hâlidî şeyhler siyasî ve tasavvufî faaliyetlerin yanı sıra yargı ve eğitim alanında da etkili olmuşlardır. Örf ve adetlerin yerine İslâmî hükümlerin uygulanması ve açılan medreselerde İslâmî ilimlerin okutulması noktasında önemli başarılar elde etmişlerdir.[10]
Hâlidiyye’nin Arap dünyasında en yaygın olduğu ülke ise Suriye’dir. Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin hayatının önemli bir bölümünü Şam’da geçirmesi ve orada vefat etmesi tarikatın Suriye’deki nüfuzunun başlıca nedenidir. Bu bölgede ikâmet eden Hânî Ailesi Hâlidiyye’nin, Hâlid el-Bağdâdî sonrasında Suriye’de kök salmasında önemli rol üstlenmiştir. Tarikatın temel kitapları “el-Behcetu’s-Seniyye fî Adâbi’t-Tarîkâti’l-Âliyyeti’l-Hâlidiyyeti’n-Nakşibendiyye’nin” yazarı Şeyh Muhammed b. Abdullah el-Hânî (v.1862) ile “el-Hadâiku’l-Verdiyye fî Ecillâi’s-Sâdâti’n-Nakşibendiyye’nin” müellifi Şeyh Abdulmecîd b. Muhammed el-Hânî (v.1900) bu ailenin önemli simalarındandır.[11]
Abdullah Mekkî
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin Mekke’ye gönderdiği halifelerinden Abdullah Mekkî (Erzincani) vasıtasıyla Hâlidiyye, İslâm coğrafyasının ücra köşelerine kadar ulaşmıştır. Onun müritleri arasında Türkler, Kırım ve Kazan Tatarları’nın yanı sıra Güneydoğu Asyalı Müslümanlar da vardır. Sumatralı Şeyh İsmail Minangkabavi Singapur, Malezya ve Riau Saltanatı’nın merkezi Penyangat adasında oldukça etkili olmuştur. Minangkabavi’nin irşad faaliyetleri neticesinde Riau sultanı Muhammed Yusuf Halidiyye’ye intisap etmiştir.[12]
Yanyalı Mustafa İsmet Efendi
Abdullah Mekkî’nin Anadolu’daki başlıca halifeleri “Terzi Baba” olarak bilinen Muhammed Vehbi Efendi (v.1848), Mustafa Hüdâvendi ve Yanyalı Mustafa İsmet Efendi’dir (v.1872).[13] Mustafa İsmet Efendi’nin irşad merkezi İstanbul’da kurulan en eski Hâlidî tekkesidir.[14]
İstanbul’daki Hâlidî Şeyhler
Hâlidî şeyhler hilafetin merkezi İstanbul’da devlet ve siyaset çevreleriyle girdikleri yakın ilişkiler sayesinde -ıslahat hareketlerinin gündemde olduğu yıllarda- İslâmî değerlerin korunması noktasında önemli başarılara imza atmışlardır. Jön Türklere karşı II. Abdulhamid’i desteklemişlerdir.
İstanbul’daki Hâlidî şeyhler -bütün bu hizmetlerinin yanında- eğitim faaliyetlerinde de bulundular. Özellikle 1924 yılında medreselerin kapatılmasından sonra İstanbul, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde İslâmî ilimler tedrisatının önemli bir bölümü Hâlidî şeyhler eliyle yürütüldü. Hâlidî şeyhlerin murakabesinde İslâmî ilimleri okuyan birçok kişi Cumhuriyet dönemi dini hayatında müftü, vaiz ve imam olarak vazife aldı.
1946 yılında çok partili siyasî hayata geçilince Hâlidî’ler Türk siyasî hayatında yeniden etkin oldular. Siyasî partiler, halkın oylarını alabilmek için Hâlidî şeyhlerin çocuk ya da torunlarını listelerinden meclise taşıdılar. Kasım Kufralı, Şeyh Salahaddin’in oğulları Kamran İnan, Âbidîn İnan, Şeyh Muhammed Masum’un oğlu Muhittin Mutlu, Şeyh Said’in torunu Abdulmelik Fırat, Şeyh Fethullah’ın torunu Gıyâseddin Emre, Şeyh Ali es-Sebtî’in torunu Ali Rıza Septioğlu gibi isimler çeşitli dönemlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görev yaptılar.
Siyasî hayatta en etkili olan Hâlidî şeyh ise Ahmed Ziyâuddîn Gümüşhanevî (v.1893) ve Ahmed el-Ervadî (v.1857) yoluyla Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşan Mehmet Zâhid Kotku’dur (1980). Kotku’nun tekkesinde 1 cumhurbaşkanı, 2 başbakan, çok sayıda bakan ve bürokrat yetişmiştir.
FİKİR HAYATINDA MEŞÂYIH
Hâlidî şeyhler Cumhuriyet dönemi fikir hayatında da etkin oldular. Hareket Dergisi ve Hareket düşüncesinin mimarı Nureddin Topçu Gümüşhanevî Tekkesi şeyhlerinden Abdülaziz Bekkine’nin (v.1952) müritlerindendir. Yine yakın dönem fikir ve sanat dünyasının etkin siması Üstad Necip Fazıl da, silsilesi Seyyid Taha Hakkârî vasıtasıyla Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşan Abdülhakîm Arvasî’ye (v.1943) intisab etmiştir.
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî yaşamında olduğu gibi öldükten sonra da Osmanlı Devleti tarafından saygıyla yâd edildi. Sultan Abdulmecîd, Necip Paşa’ya emir vererek Mevlânâ el-Bağdâdî’nin Şam’daki kabrine masrafları kendi özel bütçesinden karşılanmak üzere türbe yaptırdı. [15]
İSMET EFENDİ TEKKESİ
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin Anadolu’nun farklı bölgelerine dağılan çok sayıda halifesi vardı. Bunların önemli bir bölümünün ulemâ sınıfından olması İslâm’ın zahir ve batın birlikteliğinin yeniden tesis edilmesinde etkili oldu. İstanbul’da olduğu gibi, Anadolu’da da çok sayıda ilim adamı Nakşibendîliğe intisab etti.
Hâlidiyye’nin İstanbul ve Anadolu’da etkin olmasında Abdullah Mekkî’nin yanında 20 yıl kalan Yanyalı Mustafa İsmet Efendi’nin rolü büyüktür.
İsmet Efendi, Abdullah Mekkî’den icâzet aldıktan sonra Edirne’de irşad vazifesi ile görevlendirildi. Abdulmecîd Han’ın saygınlığını kazanan İsmet Efendi, belli bir süre sonra İstanbul’a davet edildi. Fener-Rum Patrikhanesi’nin yüksek miktarda para teklif etmesine rağmen arsa sahibinden alamadığı Fatih-Çarşamba’daki Katip Muslihiddin Mahallesi İsmailağa Caddesi Mercimek ve Kara Davud Sokaklarının çevirdiği arsa üzerine 1853 yılında kendi adıyla anılan bir tekke inşa etti.
İsmet Efendi, İstanbul’da kısa zamanda büyük saygınlık kazandı. Memduh Paşa gibi devlet adamları ona intisap etti. Abdulmecîd Han, her cuma gecesi türbesinin girişinde İsmet Efendi’nin 10 müridi ile Hâlidî adabı üzerine hatm-i hacegân yapmalarını vasiyet etti.[16] II. Abdülhamid de belli aralıklarla İsmet Efendi’yi ziyaret ederdi.
İstanbul’un en gözde irfan merkezleri arasında yer alan tekke, İsmet Efendi’den sonra sırasıyla Halil Nurullah, Ali Rıza Bezzâz ve Ahıskalı Ali Haydar Efendi ile irşad faaliyetlerine devam etti.
Halil Nurullah Efendi, irşad hizmetlerini bizzat tekkede yürütürken, Ali Rıza Bezzâz Efendi ikâmet ettiği şehir Bandırma’da kalmayı tercih etti.
ALİ HAYDAR EFENDİ
Ali Rıza Bezzâz Efendi’nin vasiyeti gereği İsmet Efendi Tekkesi’nin başına geçen Ahıskalı Ali Haydar Efendi, irşad silsilesinde İsmet Efendi’den sonra en etkin ikinci isim olur. İsmailağa’nın doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için Muhterem Mahmud Efendi’nin şeyhi olan Ali Haydar Efendi’nin âlim ve sûfî kimlikleriyle bilinmesi zaruret arz eder.
Hem Osmanlı Devleti (1914), hem de Cumhuriyet döneminde (1960) İsmet Efendi Tekkesi’nin şeyhlik makamında bulunan Ali Haydar Efendi, 1914 yılından 1919’a kadar irşad faaliyetlerini evinde ya da camii köşelerinde yürütmek zorunda kalır.
Fatih dersiâmlarından olan Ali Haydar Efendi, Osmanlı Devleti’nde, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu başkanlığı görevine muadil bir vazife olan “Te’lîf-i Mesâil Heyeti” reisliğinde bulunmuştur. Yüksek derecede bir ilme sahip olan Ali Haydar Efendi’nin diğer Hâlidî şeyhler gibi Sultan II. Abdulhamid’den yana tavır alması ve İttihatçıların şeyhü’l-islâmlık teklifini geri çevirmesi, tekkesinin işgal edilmesi başta olmak üzere pek çok hususta mağduriyet yaşamasına yol açmıştır.
İsmet Efendi’nin icâzetine, tekke vakfiyesinin “tekkeye bağlı halife ve müritlerin seçeceği post-nişinin şeyh olarak tayin edilmesi” şartına rağmen Meclis-i Meşâyıh, İttihatçıların baskısıyla vakıf şartını ve kendi nizamnamesini ihlal ederek Ali Haydar Efendi’nin makamına Mustafa Hâki Efendi adında Tokatlı bir İttihatçıyı atamıştır. Tekke ile alakalı müzakerelere Tokat Mebusu sıfatıyla Mustafa Hâki Efendi katılmıştır. Tekke’nin müritleri Meşihat makamına ve Meclis-i Meşâyıh’a defaatle mektup yazarak durumun düzeltilmesini talep ettiler; fakat netice alamadılar. Nihayet Ali Haydar Efendi’nin müritlerinden Hafız Halil Sami Efendi 1919 yılında işgalin öyküsünü anlatan bir dilekçe kaleme alıp padişaha gönderir. Padişahın devreye girmesiyle 13 Kasım 1919 tarihinde yayınlanan tezkere ile tekke Ali Haydar Efendi’ye iade edilir. [17]
Ali Haydar Efendi tekke ve zaviyeler kapatılıncaya kadar İsmet Efendi Tekkesi’nde irşad faaliyetlerine devam eder. Söz konusu kapatma kanunu çıkınca tekkeye bir minare ekleyerek hizmetlerini camii formatında yürütür.
Ali Haydar Efendi, medreselerin kapatılmasından sonra tekke hizmetlerinin yanı sıra islâmî ilimlerin tedrisatıyla da ilgilenir. Bu hizmeti, hayatının sonlarına kadar sürdürmüştür. Ahir ömründe ders halkasına katılan Emin Saraç Hoca Efendi’nin anlattığı şu olay Halidi şeyhlerin ilme verdikleri önemi göstermesi açısından da önemlidir: “Ali Haydar Efendi’den Molla Hüsrev’in ‘Mir’ât’ını okuyordum. Ders için her gün Tekke’ye giderdim. Yine bir gün gitmiştim ki, Üstadımı aşırı derecede yorgun buldum. Konuşmaya, ders takrir etmeye mecalleri yoktu. Bu yüzden ‘Evladım! Bundan sonra ders okutamayacağım, senin de gördüğün gibi sağlığım buna müsait değil.’ dedi. Ses tonundan, ders okutamamaktan dolayı son derece muzdarip olduğu anlaşılıyordu. Öyleki zindan, zulüm ve tecritler ona ders okutamamak kadar ağır gelmemişti. Ali Haydar Efendi’nin bu hal beyânı üzerine ‘peki’ dedim ve müsaade isteyerek huzurundan ayrıldım. Doğruca ikâmet ettiğimiz ‘Üçbaş Medresesi’ne gittim. Hadiseden bir gün sonraydı, saat sabahın sekizi, medresenin o ilk odasında dersimi mütalaa ediyordum. Arkadaşlardan biri yanıma gelip dışarıda bir yaşlı kadının benimle görüşmek istediğini söyledi. Görüşmek için dışarıya çıktım, bir de ne göreyim! Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin Hanımı… Hocamın beni istediğini söyledi. “Ne zaman geleyim?” deyince “her zaman geldiğiniz gibi öğlen namazında gelirsiniz.” dedi. Gittim. Hocamız: ‘Evladım! Seni gönderdikten sonra halim daha da ağırlaştı. Öyle ki gözlerime uyku girmedi. İlmini ketmedenlerden olmaktan korktum. ‘Her kim ki, kendisine bildiği bir mesele sorulur da cevap vermekten istinkaf ederse, Allah Teâlâ ona kıyamet günü ateşten bir gem vurur’ hadisine muhatab olmaktan korktum. Ders okut(a)mamanın hesabını verememekten korktum. Bu can bu bedendeyken nasıl olur da bir tâlib-i ilmi reddederim! Binaenaleyh, ahir nefesimize kadar derse devam edelim. Bu can bu yola adanmıştır.”[18]
Ali Haydar Efendi Cumhuriyet Döneminde uzun yıllar perşembe günleri Sultan Selim, salı günleri de Nişanca Camileri’nde vaaz vermiştir. Vaazlarında Ehl-i Sünnet Akidesi ve amelî meseleler üzerinde dururdu. Meselenin doğrusunu anlatır, yanlışın tahlil ve tenkidini dinleyicilere bırakırdı.
İLK BULUŞMA
Ali Haydar Efendi, uzun mücadele hayatının sonlarına doğru kaleme aldığı bir şiirinde şöyle dua etmiştir:
“Silsilemizi müselsel eyle Ya Rabb’el-En’âm
Yürüsün böyle müselsel ta ol yevme’l kıyam.”
Talebelerinin anlattığına göre ömrünün son on yılında en fazla düşündüğü mesele, irşad yolunun devam edip-etmeyeceği idi. Derin düşüncelere daldığı bir gün mana aleminde Şeyhi Ali Rıza Bezzaz Efendi’yi görür. Şeyh Efendi kendisine Bandırma’da askerlik yapan Mahmud Efendi’yi gösterir ve “Bu bizimdir! Bunu teslim al!” diye emreder. Ali Haydar Efendi rüyada teslim aldığı zatı, gerçekte de görebilmek için Bandırma’ya gitmeye karar verir. Yakın çevresine, “Hazırlanın, Bandırma’ya gidiyoruz!” diye emreder. Talebeleri “Aman efendim! Rahatsızlığınız yola çıkmanıza müsaade etmez, seferi te’hir etseniz, aksi halde rahatsızlığınız artar.” türünden cümleler sarf ederek onu kararından caydırmaya çalışırlar. Fakat o kararını vermiştir.
Ali Haydar Efendi, Bandırma’ya gider ve ilk olarak Ali Rıza Bezzaz Efendi’nin kabrini ziyaret eder. Oradaki talebeleri ile görüşür. Cuma namazı için Haydar Çavuş Camii’ne geçer. Sünnet namazları, caminin son cemaat mahallinin sağ tarafında kılar. Bandırma’da askerlik yapan Mahmud Efendi de o vakit camidedir. Çıkarken Ali Haydar Efendi’yi görür. İsmet Efendi irşad merkezinin halef-seleflerinin bu ilk karşılaşmalarıdır. O anı Muhterem Mahmud Efendi şöyle anlatır:
“Cuma namazını kıldım, camiden çıkarken sağ tarafta Ali Haydar Efendi’yi gördüm. Bana padişah gibi heybetli göründü. Cemaate kim olduğunu sordum, tanımadıklarını söylediler. İmama sordum, ‘Osmanlı ulemâsından Dersiâm Ali Haydar Efendi’ dedi. Onunla görüşmek istediğimi söyleyince İmam ‘Durum sıkı, sürekli takip ediliyor, görüşmek istiyorsan akşam gel.’ dedi. Akşam gittim fakat Ali Haydar Efendi camiye gelememişti. Çünkü şartlar müsait değildi. İmam ‘Yarın Eskici Abdullah Efendi’nin evinde olacak oraya gel.’ dedi. Sabah olunca Abdullah Efendi’nin evine gittim, kendileri oradaydı. İlk görüşmemiz o zaman gerçekleşti. Buyurdular ki: ‘Ne olaydı biraz daha erken kavuşsaydık Mahmut’um’. İlk buluşmamızda başlayan muhabbet hep artarak devam etti.”
“Ali Haydar Efendi ile görüşünceye kadar bana mesele sorarlar diye şeyhlerle görüşmekten imtina ederdim. Fakat O, beni öylesine etkilemişti ki huzurundan hiç ayrılmak istemezdim”.[19]
Bu görüşmeden birkaç ay sonra bölükte dağıtım yapılır ve Mahmud Efendi İstanbul Selimiye Kışlası’na sevk edilir. Buradan da, önce Gebze’ye ardından Sirkeci’ye gönderilir. Daha sonra emir eri olarak sırasıyla Sultanahmet, Ahırkapı, Bandırma ve Zonguldak’ta bulunur. 1954 yılında Davutpaşa kışlasında askerlik vazifesini bitirir. İstanbul’da kaldığı süre zarfında çarşı izinlerini İsmet Efendi Tekkesi’nde Ali Haydar Efendi’nin yanında geçirir. Askerlik vazifesi bitince bir ara Of’a döner. Ali Haydar Efendi üst üste yazdığı mektuplarında “Dost bahşişi Yusuf’um!” diye hitap ettiği Mahmud Efendi’yi İstanbul’a davet eder. Davet üzerine İstanbul’a gelen Mahmud Efendi, 1954 yılında Ali Haydar Efendi’nin tavassutuyla İsmailağa Camii’nde İmam Hatip olarak vazifeye başlar.
MAHMUD EFENDİ ve HâLİDîLİK
Ali Haydar Efendi 1960 yılında Ahiret’e irtihal edince -vasiyyeti gereği- talebelerinin başına Mahmud Efendi geçer. İsmet Efendi irşad merkezinin yeni şeyhi, merkeze yerleşmek yerine İmam Hatip olarak görev yaptığı İsmailağa camiinde kalmayı tercih eder.
HAYATI
1929 yılında Trabzon/Of’ta dünyaya gelen Mahmud Efendi, Ali Efendi ve Fâtıma Hanım çiftinin hayatta kalan ilk çocuğudur. Çocukları yaşamayan Ali Efendi, meccanen İmam Hatiplik yaptığı caminin minaresinde okuduğu her ezandan sonra “Ya Rabbi bana hayırlı bir evlat nasib et!” diye dua ederdi. Bir gece Fâtıma Hanım rüyasında Ay’ın koynuna indiğini ve Dünya’yı aydınlattığını görür. Rüyadan kısa bir zaman sonra hamile kalır ve bir erkek çocuk dünyaya getirir.
Ali Efendi yeni doğan çocuğunu alır, civarda Kal-Ömer Mahmud Efendi diye bilinen âlim/velâ zata götürür. Kal-Ömer Mahmud Efendi, Ali Efendi’nin oğlunu kucağına alır ve şunları söyler: “Adın benim adım olsun, ilmin benim ilmim olsun, takvân benden fazla olsun.”
Kal-Ömer Mahmud Efendi’nin iltifatına nail olan Küçük Mahmud, yetişkin kişilerde görülebilecek tavırlarıyla dikkat çeker, arkadaşları arasında farklılığı ile temayüz eder.
Duruşlarında “büyük oluş”un kodlarını gören köylüler, çocuklarına ona benzesinler diye “Mahmud” adını koyarlar. O daha çocukken, doğduğu Miçço (Tavşanlı) köyünde yaşça kendinden küçük 40 tane Mahmud olur.
TAHSİLİ
Mahmud Efendi erken yaşlarda Kur’an-ı Kerîm okumayı öğrenir. Babası Ali Efendi’nin nezaretinde, validesi Fâtıma Hanım’ın hocalığında hafız olur. Balaban Köyü’nde ikâmet eden Hoca Abdulvahhab Efendi’den “Emsile” ve “Bina” kitaplarını, Mustafa ve Hasan İbrahimoğlu’ndan Yâsîn Sûresi’nin tefsîrini okur. Ramazan ayında Kayseri’ye gider. Orada Tesbihçizâde Hacı Ahmed Efendi’den Farsça ve Arapça dersleri alır. Arap diliyle alakalı İmam Birgivi’nin meşhur kitapları Avamil ve İzhar başta olmak üzere klasik usûlde takip edilen diğer metinleri okur. Kayseri’de 1 yıl kadar kaldıktan sonra Of’a geri döner Süleymaniye Medresesi dersiâmlarından Çalekli Dursun Efendi’nin medresesinde tahsiline devam eder.
Dursun Efendi’nin ilk talebelerinden olan Muhterem Mahmud Efendi, Osmanlı medreselerinde takip edilen kitapları sırasıyla okur. Sarf, nahiv, me’ânî, beyân, bedî’, Fıkıh, Usûl-u fıkıh, Usûl-u fetva, Hadis, Usûl-u hadis, Tefsîr, Ulûm-u Kur’an, Akâid, Kelâm, Mantık, Siyer, İslâm Tarihi ile alakalı mübtedi ve müntehi kitaplarını bitirir/ikmal eder.
Muhterem Mahmud Efendi tek bir hoca ile gayrı resmi olarak eğitime devam eden medresenin ilk talebelerinden olması hasebiyle kendinden sonra gelen öğrencilerin dersleri ile de ilgilenir. “Emsile” kitabı ile başladığı Arapça tahsilini Dursun Efendi’den aldığı genel icâzetle noktalar. İcazet aldığında yaşı henüz 16’dır.
Daha sonra Kur’an-ı Kerîm kıraatini ilerletmek ve Aşere ilmini okumak için Mehmed Rüştü Aşıkkutlu’nun Çifaruksa/Uğurlu Köyü’ndeki Kur’an Kursu’na gider. Burada teorik ve pratik açıdan kıraat ilmini tahsil eder.
Belli bir süre Of’tan ayrılır ve farklı hocaların ders takrirlerini dinlemek ve yeni terkipler oluşturmak için çeşitli şehirleri dolaşır. Askerliğe kadar devam eden bu ilk tahsil döneminde kitap okumaya dayalı eğitim alır. 1950’de askerde tanıştığı ve yaklaşık 8 yıl yanında bulunduğu Ali Haydar Efendi’den ise meseleler üzerine dersler okur. Çeşitli konularda müzakerelerde bulunur. Çok defa Ali Haydar Efendi’nin iltifatlarına muhatap olur.
Muhterem Mahmud Efendi tahsil hayatında gece geç saatlere kadar mütalaa eder, bazen birkaç saatlik uykuyu bile kendine çok görürdü. Bir gece Onu kitaplar arasında gören Ali Haydar Efendi, has talebesinin bu halini tasvib ettiğini şu cümlelerle dile getirir: “Oğlum Mahmud! Şimdi çok çalış, ileride kitap okumaya vakit bulamayacaksın.”
Mahmud Efendi’nin talebeleri hocalarının sürekli kitap mütalaa ettiğini, kış gecelerinde kucağında kitaplarla birlikte çok defa battaniyelere sarılıp sabahladığını gördüklerini söylemektedirler. Onun kitap mutalaası ile alakalı kardeşi merhum İsmail Ustaosmanoğlu şunları nakletmektedir: “Evde sofra kurulunca ağabeyimi çağırmaya giderdim. ‘Geliyorum.’ derdi; aradan birkaç saat geçer, sofra kalkar, o hâlâ kitaplarını mütalaaya devam ederdi.”
Muhterem Mahmud Efendi, okurken okutmaya başladığı öğrencilerine askere gitmeden icâzet verir. Erken yaşta mucâz (icâzetli) ve mucîz (icâzet veren) ünvanlarına sahip olarak pek az alime nasib olan bir nailiyete mazhar olur.
HOCALARI
Muhterem Mahmud Efendi, babası Ali Efendi başta olmak üzere birçok hocadan ders almış, fakat onun tahsil hayatında üç isim çok etkili olmuştur. Bunlar Mehmed Rüştü Aşıkkutlu, Çalekli Dursun Fevzi (Güven) Efendi ve Ali Haydar Efendi’dir.
Mehmed Rüştü Aşıkkutlu
1901 yılında Of’un Uğurlu (Çifaruksa) Beldesinde dünyaya gelen Mehmed Rüştü Aşıkkutlu, ilk tahsilini 40 yıl maarife hizmet eden babası Ahmet Cemalettin Efendi’de yaptı. Hafızlığını köyünde ikmal etti. Arapça ve İslâmî ilimler tahsilinin önemli bir bölümünü Çalıkzâde Tahir Efendi’de yaptı. Bir müddet medreselere devam etti. Medreseler lağv edilince yarıda kalan tahsilini Dersiâm Dursun Efendi’de tamamladı, ondan icâzet aldı. İstanbul’a gidip Hacı Hafız Hamdi Şükrü, Hafız İsmail Hakkı Bayrı ve Varnalızâde Hafız Ahmed Hamdi’den “aşere”, “takrib” ve “tayyibe” derslerini okudu. Ardından Of’a geri döndü. 1932 yılında Devlet’ten şifahi olarak Kur’an kursu açma yetkisi aldı. Bu yetki 1936 yılında Rıfat Börekçi imzasını taşıyan bir yazıyla resmiyet kazandı.
Merhum Aşıkkutlu, kursunda yıllarca meccanen “aşere”, “takrib” ve “tayibe” derslerini okuttu. Fıkıh, tefsîr gibi “âlî” ilimlerin yanı sıra sarf-nahiv gibi alet ilimlerini de tedris etti. “Feraiz” ilmine derin vukufiyeti onu bu ilimde eşsiz bir konuma getirdi.
Ahmet Hamdi Akseki imzasını taşıyan bir yazıyla Of Vaizliği’ne atandı. Yıllarca Of’ta irşad hizmetinde bulundu. 1976 yılında emekli oldu. Fakat Kur’an-ı Kerim hizmetine yine devam etti. D.İ.B. Haseki Eğitim Merkezinde 1976’dan itibaren “aşere”, “takrib” ve “tayyibe” derslerini okuttu.
Aşıkkutlu “mucâz” bir Kur’an-ı Kerîm üstadı olarak yıllarca ders verdi ve yüzlerce talebe yetiştirdi. İcazet verdiği talebeler Kur’an okumanın kısıtlandığı yıllarda “fem-i muhsinler” (güzel okuyan ağızlar) olarak Türkiye’nin farklı şehirlerinde Kur’an-ı Kerîm okuttular; Allah Rasûlü’nden günümüze kadar devam eden Kur’an-ı Kerîm kıraatini mevcut vecihleriyle günümüze taşıdılar.
Muhterem Mahmud Efendi, Arapça tahsilinden sonra tashîh-i hurûf ve kıraat ilmini tahsil için Çifaruksa’ya gidip uzun bir zaman merhum Aşıkkutlu’nun yanında kalır.
Mahmud Efendi, üstadının hizmetini ve Kur’an kıraatindeki yerini anlattığı bir konuşmasında şunları söylemiştir: “Biz Ona öğrenci olduğumuzda hafızdık, fakat Kur’an nasıl okunur bunu tam olarak bilmiyorduk. İçimizde öyleleri vardı ki “…testeğîsûne…”yi “testeğîşûne” şeklinde okurdu. Kur’an’ı, hakkını vererek okumayı ondan öğrendik.”
Aşıkkutlu, kıraat ilmi ile alakalı irili ufaklı çok sayıda eser kaleme aldı. Bunların bir kısmı öğrencilerinin şahsi kütüphanelerinde mevcuttur.
Hoca Efendi 1980 yılında vefat ettiğinde geride binlerce talebe bıraktı. Köyündeki cenaze namazını talebesi Muhterem Mahmud Efendi kıldırdı.
Çalekli Dursun Efendi
Merhum Dursun Efendi 1299/1883 yılında Of’un Çalek köyünde dünyaya geldi. Köyüne nisbetle Çalekli Dursun Efendi diye meşhur oldu. Babası Yakub Efendi’dir. Hafızlık yaptığı yıllarda (7 yaşında iken) babasını kaybetti. 9 yaşında Hemşinli Ahmed Efendi’nin yanında hafızlığını bitirdi. Aynı yıl Karakaş Ahmed Efendi’den Arapça okumaya başladı. Hocasının vefatı üzerine Çaykara’ya gidip Tayyib Zühdü Efendi’de tahsiline devam etti. Bir ara İstanbul’a gidip, çeşitli medreselerde okudu. Ardından memleketine geri döndü. Hocası Tayyib Zühdü Efendi’de derslerini ikmal edip, icâzet aldı. Velizâde Hasan Hilmi Efendi’den Ferâiz okudu, sonra tekrar İstanbul’a döndü. Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi’ne girerek Medrese-i Sahn’ı bitirdi. Girdiği sınavı kazanarak (1334/1918) Süleymaniye Medresesi Kelam ve Hikmet Şubesi’nde okumaya başladı. 17 Nisan 1338/1922 tarihinde Süleymaniye Medresesi’nin ilgili bölümünden mezun olarak “Dersiâm” ünvanını aldı. [20]
Bir süre Meşihat Dairesi’nde çalıştı. Medresetu’l-Kudât’a kayıt yaptırıp buradan da mezun oldu. Mezuniyetini müteakip Karadeniz Bölgesi’ndeki medreselerin müfettişliğine tayin edildi. 23 Ekim 1923 yılında kaleme aldığı ve bölgedeki ulemâ ve eşrâfın hissiyatını yansıtan yazısında, Cumhuriyet’in milleti İslâmî değerlerden uzaklaştırma vasıtası olarak uygulanmaması gerektiğini beyân etti.[21]
Medreselerin kapatılmasından sonra Of’ta açılan İmam Hatip okulunda müdürlük yaptı (1925). İki yıl sonra bu görevinden alındı, rejime muhalefetten dolayı hakkında yakalama kararı çıkarıldı, Havza’nın bir dağ köyünde uzlete çekildi.
Af Kanunu’nun çıkması üzerine (1933) Karadeniz Bölgesi’nde kısmi dolaşma salahiyetine kavuşan Dursun Efendi, 1938 yılında Of’a dönerek Hayrat’a bağlı Hundez’de (Güneşli) hocası Tahir Efendi’den kalma medresede gayri resmi olarak ders okutmaya başladı.
Arapça kaleme aldığı eserlerini bastırabilmek ve Hac ibadetini yapabilmek için 1950 yılında Haremeyn’e doğru yola çıktı. Hac ibadetini yerine getirdi, kitaplarının bir kısmını tab’ edip bir kısmını da kaybederek geri döndü. [22]
Uzun yıllar tedrisata devam eden Dursun Efendi yüzlerce talebe yetiştirdi. Bu talebeleri içerisinde ilim itibariyle en ileri derecede olanı ise Muhterem Mahmud Efendi’dir.
Dursun Efendi, rahlesinde yetiştirdiği Mahmud Efendi’ye daha sonraları intisab ederek irşad halkasına dahil olmuştur. 23 Şubat 1977’de köyü Çalek’te vefat ettiğinde de cenaze namazını ilim ve takvasına hayran olduğu öğrencisi Muhterem Mahmud Efendi kıldırmıştır.
Muhtâru’l-Ehâdîs Tercümesi, (İstanbul, 1964), Münkizu’l-Felâsife ve Müzhiru’l-Hakîka (Mekke, 1949), Tevhîd ve İşrâk (İstanbul, 1920), Ahiret Hakikatleri ve Dirilmek Hikmetleri (Trabzon, 1970), eserlerinden bazılarıdır.
TASAVVUFÎ YÖNÜ
Muhterem Mahmud Efendi henüz çocukken sûfî meşreb bir hayat yaşamakta idi. Erken yaşlarda iç içe olduğu bu “manevi hayat’ı” disiplinize edebilmek için bir mürşid arayışına girişti. O yıllardaki ruh halini anlatırken şunları söylemiştir: “Çocukken geceleri başımı yastığa koyduğumda kendi kendime şöyle seslenirdim: ‘Dünyanın bir ucunda kâmil bir mürşid olsa yalın ayak, aç ve susuz hemen yola koyulur yine de o mürşidi bulurum.”
Muhterem Mahmud Efendi bu arayışların neticesinde ilk olarak Of’ta Mapsinolu Ahmed Efendi diye bilinen yörenin meşhur Nakşibendî Şeyhi’ne intisâb edip, askere kadar onun murakabesinde seyr-u sülûküne devam etti. Askerde Ali Haydar Efendi ile tanışıp ona talebe oldu.
Askerliğini tamamlayıp yeni şeyhinin yanına gittiğinde O’nun şu meyandaki ifadelerine muhatap olur: “Oğlum Mahmud! Seninle ilk görüşmemden üç gün sonra şeyhim (Ali Rıza Bezzaz) zuhur etti, elini tutup elime verdi ve ardından şöyle dedi: ‘Bunu al, bizimdir’.Oğlum! 50, 60 mandayı birbirine bağlasalar, beni senden ayırmak isteseler yine de başaramayacaklar.”
Muhterem Mahmud Efendi, askerden sonra şeyhinin irfan meclislerine daha fazla katılma imkanı buldu. İlerleyen yıllarda ise yanı başından hiç ayrılmadı. Bu birliktelikle alakalı Ali Haydar Efendi’nin küçük oğlu şunları söylemektedir: “Babam, muhterem Mahmud Efendi ile kuşluk vaktinden sonra baş başa kalır, uzun uzun sohbetler yapardı. Derdi ki: ‘Oğlum! Görüyorsun ki bende olan her şeyi Ona aktarıyorum. Fakat Onu müşahede altında tutabilmem için bunu tedrîcen yapıyorum. Zira manevi âleme ait malumâtın birden kazanılmasına hiçbir zihin tahammül edemez.’[23]
Ali Haydar Efendi bu birliktelik esnasında tasavvuf literatürüne ait zengin birikimini Muhterem Mahmud Efendi’ye aktardı. Ona Mesnevi, Mektûbât-ı Rabbânî, Reşahât, Risâle-i Kudsiyye gibi sûfi eserlerin tasavvuf disiplini içerisinde ne anlam ifade ettiklerini de öğretti. Literatür içerisinde İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât’ının yerini belirlerken ise şöyle derdi: “Evladım Mahmud! Mektûbât o kadar büyük bir kitaptır ki, Reşahât ona ancak elif-ba olabilir.”[24]
Mahmud Efendi gün içindeki bütün zamanını Ali Haydar Efendi’ye göre ayarlardı. Hususi sohbetlerinin dışında genel meclislerinde de onun yanı başında yer alırdı. Şu ifadeler de bu hükmü desteklemektedir: “İstanbul’da iken Ali Haydar Efendi ile birlikte yanımızda dört-beş kişi olduğu halde hatm-i hâce okurduk. Ali Haydar Efendi’yi sürekli takip ederlerdi. Bu yüzden hatmeler küçük gruplar halinde yapılırdı.”[25]
Ali Haydar Efendi, vefatından kısa bir süre önce Muhterem Mahmud Efendi’yi huzuruna alıp şu şekilde bir vasiyette bulunur: “Evladım! Artık emr olundum. Emaneti size bırakıyorum.” Onun, müridânına hitaben yaptığı şu konuşma da İsmet Efendi irşad merkezinin yeni şeyhinin Mahmud Efendi olduğunu tescil etmektedir: “Mahmud’un elinden tutan benim elimden tutmuş olur. Hakikat şu ki; bu fakirin elinden tutan Ali Rıza Bezzâz Hazretleri’nin elinden tutmuş olur. Böylece halka halka silsile ta Peygamber Efendimiz’e dayanır. İşte buna “sahîh yed” diyoruz.”
Ali Haydar Efendi söz konusu konuşmasında tasavvuftaki bu “sahîh yed” sisteminin müritlerin yetişmesinde ne derece önemli olduğunu anlatabilmek için şöyle bir örnek verir: “Dağda bulunan bir su menbâının köye gelebilmesi için, köye kadar uzanan birbirlerine ekli su künklerinin döşenmesi gerekir. Bu künklerden biri eksik olduğunda nasıl köye su ulaşmıyorsa tıpkı bunun gibi meşâyıh silsilesinden biri düştüğünde de Feyz-i İlahi müridin kalbine gelmez.”[26]
İsmet Efendi Tekkesi’nin kurucusu Mustafa İsmet Efendi, Risâle-i Kudsiyye’de “sahîh yed” ile alakalı şunları söylemektedir:
Sahîh yed yok ise nisbet olur sed
Sahîh yed ile Aziz Hakk’a gidelim
Cemali bâ kemâle seyredelim.[27]
Muhterem Mahmud Efendi, şeyh olduktan sonra devraldığı sûfî geleneğe sıkı sıkıya bağlı kaldı. Behâuddin Nakşibend Hazretleri ve diğer Nakşi meşâyıhının virtlerinden oluşan hatm-i haceganı olduğu gibi icra etti.
Ona göre tasavvuf, İslâm’ın tahsiniyyat boyutudur. Zaruriyyat ve haciyyatı ihmal edenler öncelikle işe İslâm’ın zahir boyutuyla başlamalıdırlar. Ameli noktada ciddi problemleri olan kişiler, ilk olarak İslâm’ın emir ve yasaklarını öğrenmelidirler. İnsanlar, tarikata değil, mükellef oldukları meseleleri îfa etmeye davet edilmelidirler. Tasavvufi hayat ise kişilerin tercihlerine bırakılmalıdır.
EĞİTİM HİZMETLERİ
Muhterem Mahmud Efendi’nin eğitim hizmetlerini üç başlık altında incelemek, Onun özde aynı fakat yöntemde farklı olan eğitim tarzının anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Muhterem Mahmud Efendi, irşad faaliyetlerine ilk olarak Of’un Yaranoz/Kavakpınar Köyü’nde başlamıştır. Dursun Efendi’de okurken söz konusu köyde imamlık yapmıştır. İmamlığı esnasında çok sayıda talebe de yetiştirmiştir.
Yaşı 15-16’larda olmasına rağmen yaşantısıyla köylü üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Organize ettiği köylüye o günün şartlarında büyük kabul edilecek bir camii de yaptırmıştır.
Kavakpınar sakinleri köylerinde imamlık yapan Muhterem Mahmud Efendi ile alakalı şunları söylemektedirler: “O, köyümüze geldiğinde henüz çok gençti. Fakat hareketleriyle olgun bir insandan daha kamil görünürdü. Abdest alırken üzerine “ma-i musta’mel/kullanılmış su” sıçramasın diye bir taşın üzerine çıkması, yürüdüğü sokakta oyun oynayan çocuklar kendisini gördüklerinde oyunlarını bozmasınlar diye yolunu değiştirmesi, imamlıktan dolayı ücret almaması gibi hareketleri ile kısa zamanda gönüllerde taht kurdu.”
Muhalled Usûlü Esas Alan Eğitim Sistemi
Askerlikten sonra İstanbul’a yerleşen Mahmud Efendi’nin sade bir talebe olarak sürdürdüğü İstanbul yaşamı, Ali Haydar Efendi’nin “İsmailağa Camii’ne imam olacaksın” emri ile yeni bir boyut kazanır. Onun İsmailağa Camii’ne imam olması ile alakalı şöyle bir olay anlatılmaktadır: Ali Haydar Efendi’nin büyük oğlu Şerif Efendi rüyasında İsmailağa Camii müştemilatında yer alan kabristanlıktan bir elin zuhur edip, “Ne duruyorsunuz, bu camiyi niçin tamir etmiyorsunuz!” dediğini görür. Rüya üzerine Ali Haydar Efendi İsmailağa Camii’ni tamir ettirir ve Mahmud Efendi’nin orada imam olmasına tavassut eder. [28]
Muhterem Mahmud Efendi, Ali Haydar Efendi’nin vefatından sonra İsmet Efendi Tekkesi’ne gitme yerine hocasının görevlendirdiği camide kalıp eğitim hizmetlerini oradan yürütmeyi daha uygun görür. Bu durum İsmet Efendi Tekkesi’nin İsmailağa adıyla tanınmasına yol açar.
Mahmud Efendi, İsmailağa Camii’ni bir açıdan tekke, bir açıdan da muhalled usûlde ders okutulan medrese olarak kullanır. Yüzlerce kişiye Osmanlı medreselerinde takip edildiği şekilde dersler okutup icâzet verir.
Süleymaniye Dersiâmlarından Dursun Efendi ile Fatih Dersiâmlarından Ali Haydar Efendi’nin ders usûllerini günün şartlarını dikkate alarak yeniden terkib eden Muhterem Mahmud Efendi, selefin okuttuğu kitapları terk etmeyi, onlara karşı vefasızlık olarak algıladığından kitap bitirmeye dayalı muhalled eğitim sisteminden ödün vermez. Bu yüzden Nahiv’de Molla Cami, Fıkıh usûlünde Mir’atu’l-usûl, Furû’da Mülteka, el-Hidâye, Tefsîrde Kâdâ Beydâvî, Nesefî gibi lâyemût usûlün vazgeçilmez eserlerine öncelik verir. Bu ve benzeri disiplinlerde daha birçok eser okutur; fakat bahsi geçen kitapları elinden hiç düşürmez.
Muhterem Mahmud Efendi, zor şartlar altında sürdürdüğü eğitim faaliyetleri esnasında talebelerinin özel sorunlarıyla da ilgilenirdi. 1962 yılında ders halkasına katılan Konyalı bir öğrencisi şunları anlatmaktadır: “Fatih’te müezzindim. Sabah namazından sonra İsmailağa’ya gider öğleye kadar Hoca Efendi’den ders okurdum. Öğleden sonra da müzakere ve mutâlaa ile ilgilenirdim. O gün itibariyle 5 tane çocuğum vardı. Kirada duruyordum. Evin kirasını ödemekte de zorlanıyordum. Ek işte çalışmaya karar verdim. Bunun için ders okumayı bırakmam gerekiyordu. Bir gün dersten sonra Hoca Efendi’ye durumu arz ettim. Çok müteessir oldu. Bana beklememi söyleyip, kendisi kalkıp evine gitti, hanımının bileziklerinden 3 tane alıp geldi. ‘Al, bunlar sana hediyemizdir. Bozdur kiranı öde. Lakin dersten geri kalma!’ dedi.
Mahmud Efendi tedris hayatında ilmin amel için okunmasına ve mutlaka ilim adamlarının ihlas sahibi olmaları gerektiğine vurgu yapmıştır. Talebeleri, birçok dersten sonra hocalarının “Arkadaşlar! Bugünkü derslerimiz ameli hayatımızda nasıl bir etki yapacaktır?” şeklinde ikazlarına muhatap olduklarını nakletmektedirler. Öğrencilerinin namaz kılarken sarık sarmaları, setr-i avret noktasında titiz davranmaları/geniş elbiseler giymeleri, sakal bırakmaları, Onun ilim-amel-ihlas vurgusu bağlamındaki hassasiyetinin tezahürüdür.
Çeşitli rahatsızlıklarından ve meşguliyetinden dolayı ders okutmaya ara veren Mahmud Efendi son 15-20 yıla kadar yanında okunan muhalled metinleri tercüme ve şerh etmekte, bulunduğu meclislerde okunan ayetlerin tefsîrini yapmaktaydı.
Cemaat Eğitimi
Muhterem Mahmud Efendi, 1997’ye kadar yılda bir defa bazı talebeleri ile birlikte Anadolu gezisine çıkardı. İstanbul’dan başlayan seyahat Karadeniz Bölgesi’ni içine alır, Trabzon üzerinden Erzurum’a, oradan İç Anadolu’daki vilayetlere kadar uzanırdı. Gittiği yerlerde camilerde vaaz verir, insanları okumaya, Kur’an-ı Kerîm’i Sünnetle birlikte anlayıp yaşamaya çağırırdı. Sabah namazından gece geç saatlere kadar insanlarla birlikte olur, onlara nasihatte bulunurdu. Bu yüzden geziyi maksadına uygun olarak “Emr-i bi’l-ma’rûf” diye isimlendirmişti.
Muhterem Mahmud Efendi’nin “Emr-i bi’l-ma’rûf” olarak tanımladığı, kitleleri eğitme faaliyetinin mekan ve muhatap olarak sınırı yoktur. Bu yüzden o, gerek İstanbul’da gerekse Anadolu’daki şehirlerde dolaşırken cami vaazlarının yanında, karşılaştığı kişilere İslâm’a dair ayak üstü sohbetler de yapardı.
Muhterem Mahmud Efendi, bütün bir milletin eğitimi olarak kabul ettiği “Emr-i bi’l-ma’rûf” faaliyetlerini, en az muhalled usûldeki eğitim kadar önemli görmüştür. Çarşıda, camide, sokakta eğitim demek olan “Emr-i bi’l-ma’rûf”un, milletin dini hayatında birçok olumlu tesiri olmuştur.
Mahmud Efendi gerek İstanbul Sultan Selim Camii’nde gerekse de Anadolu’daki muhtelif meclislerde yaptığı sohbetlerde -Ali Haydar Efendi tarafından uygulanan- şöyle bir usûl izlemiştir: Sohbet meclisinde hazır bulunan bir Hoca Efendi Kur’an-ı Kerîm’den bir aşır okur, Mahmud Efendi de okunan ayetleri tefsîr ederdi. Ardından İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât’ından herhangi bir mektubu okutur, onu tercüme ve şerh eder, Risâle-i Kudsiyye’den okunan beytlerin de açıklamasını yapardı.
Muhterem Mahmud Efendi sohbetlerinde tarikattan ziyade, Şeriat’ı anlatırdı. Nitekim haftalık Sultan Selim vaazlarını içeren “Sohbetler 1-4” kitabı Onun tarikattan çok, Şeriat’a önem verdiğinin müşahhas örnekleriyle doludur. Zira söz konusu vaazlarında insanları tarikata değil, Şeriat’a çağırmaktadır.
Mahmud Efendi’nin bu tarz bir üslup benimsemesi insanlar ve cemaatler nezdinde saygınlığını artırmıştır. Bu yüzden Mehmed Zahid Kotku’dan, Salih Efendi’ye, Dursun Efendi’den Aşıkkutlu’ya, Muzaffer Ozak’tan meşhur vaiz Timurtaş Uçar’a kadar birçok ilim, fikir ve irşad adamının cenaze namazını ya vasiyetleri ya da talebelerinin davetiyle O kıldırmıştır.
Muhterem Mahmud Efendi, uzun yıllar vaazlarında mikrofon kullanmadı. Fotoğrafının ya da konuşmalarının kayda alınmasına da müsaade etmedi. Önde olmaktan rahatsızlık duydu. Ona göre şeyh insanların içinde kaybolan kişi olmalıydı. Söyleneni daha öne çıkarmak için söyleyeni gizledi. Şöhret olmak için konuşanlara inat, şöhretten kaçmak için mikrofonsuz ve kamerasız konuşmayı tercih etti.
Tasavvufî Eğitimi
Muhterem Mahmud Efendi’nin eğitim faaliyetlerinin üçüncü alt başlığı tasavvufi hizmetleridir. Onun benimsediği sûfî eğitimin nihai noktasında Behâuddin Nakşibend’in şu ifadesinde kendisini bulan kişiliği inşa etmek vardır: “Mutasavvıf, sûrette insanlarla, hakikatte ise Allah Teâlâ ile beraber olandır.”
Sûfi olmak isteyen kişi istihare ederek Allah Teâlâ’dan yeni yola dair işaret buyurmasını niyaz eder. İstiharede müspet bir işaret alan kişiye özel virdlerden oluşan ve her yıl değişen bir ders programı verilir. Derslerin içeriği Hadis-i Şerîflerden ve Nakşi meşâyıhına ait farklı dualardan oluşmaktadır.
Nakşibendîler bu tarz bir ibadetle Allah Rasûlü’nün (s.a.v) gün içerisinde farklı zamanlarda söylediği duaların müritler tarafından tekrar edilmesini ve onların Sünnetle bütünleşmesini hedeflemektedirler.
Allah Teâlâ’ya yaklaşmanın mutlaka mesnûn (sünnete uygun) yollarla olmasının gerekliliğine vurgu yapan Muhterem Mahmud Efendi, konuyu örneklendirme sadedinde İmam-ı Rabbânî’den ödünç aldığı şu örneği kullanır: “Birisi dağ başında yüz yıl ibadet etse fakat ibadet şekilleri Sünnet’e muvafık olmasa, birisi de öğle vaktinde Rasûlüllah (s.a.v) uyudu diye uzanıp kaylule yapsa, ikincisi ilkinden daha fazla ecir alır.”
CEMAATLERLE MÜNASEBETİ
Muhterem Mahmud Efendi, sohbet ve derslerinde ümmet bilincine sürekli vurgu yapar, muhataplarına daha çok İslâm’ın ameli boyutunu anlatır, cemaatler arası dayanışmaya da önem verir. Nitekim gençlik yıllarında farklı cemaatlerin lider kadrolarıyla çok defa görüşmeler yapmıştır. Mehmed Zahid Efendi, Sami Efendi Onun belli periyotlarla ziyaret ettiği rabbânî alimlerin başında gelirdi.
NÜFûZU
Mahmud Efendi en az Türkiye kadar İslâm dünyasında da tanınmaktadır. Çağımızın meşhur müfessirlerinden “Safvetu’t-Tefâsîr” adlı eserin sahibi olan Muhammed Ali es-Sâbûnî ve meşhur muhaddis Muhammed Avvâme başta olmak üzere İslâm Coğrafyasından çok sayıda müfessir, muhaddis ve fakih düzeyinde seveni vardır. İsmailağa Camii merhum Muhammed b. Alevî gibi muasır alimlerin İstanbul’da ilk uğrak yeri olmuştur. Amerikan asıllı mühtedi Şeyh Nuh Kelir’in 2000 yılında gerçekleştirdiği İstanbul ziyaretini değerlendirirken kullandığı şu ifadeler, İsmailağa’nın ulemâ ve evliya için niçin bir çekim merkezi olduğunun cevabı niteliğindedir: “Eyüp’ten sonra İstanbul’da iki yerde çok yüksek maneviyat gördüm; Aziz Mahmud Hüdayi’nin kabriyle, Mahmud Efendi’nin camiinde.”
HAYATINDAN FASILLAR
Bir insanın kişiliği de, irfanî derinliği de çevresindeki şahısların gözlemlerinde saklıdır. Mahmud Efendi’nin kişiliği ile alakalı en doğru tespitler de yıllardır Onunla birlikte olan öğrencilerinin gözlemlerinden hareketle yapılabilir. Yıllarını Onunla birlikte geçirenler, kişiliği ile alakalı şunları söylemektedirler: “Bir Sünnet’in îfası için bütün dünyasını verir. Onda kibir, gurur gibi kötü hasletleri hiç görmedik. Şöhreti afet olarak telakki eder. Konuşurken ifadelerinin herkes tarafından anlaşılmasına özen gösterir. Emanet, doğruluk, vefa gibi insani ve İslâmî mefhumlar Onda etle-tırnak gibidir. İkramda bulunmayı sever, sağlığı yerinde olduğu zamanlarda evinde ağırladığı misafirlerinin hizmetlerini bizzat kendisi yapar.”
Geçerken Uğramış Olmayayım
Talebeleri Onun adeta bir edep ve ahlak kitabı olduğunu söylemektedir. En yakınında yer alan bir öğrencisi Onun edep ve ahlak anlayışını örneklendirirken şunları söylemektedir: “Edirnekapı’da medfun olan Ali Haydar Efendi’nin kabrini ziyaret ettikten sonra evinde üç-beş dakika dinlenir sonra Mustafa İsmet Efendi’nin kabrini ziyaret ederdi. Kendisine niçin Edirnekapı’dan dönerken uğramadığı sorulduğunda ise ‘Geçerken uğramış olmayayım diye böyle yaptım’ demiştir.”
“Devlet malını şahsı adına kullanmamaya aşırı özen gösterirdi. Sağlığı bozulana kadar her yıl Ramazan ayının son on gününde itikafa girerdi. Ramazan kış aylarına dönünce geceleri cami çok soğuk olurdu. O ise ısınma ve aydınlanma için camideki elektriği kullanmayıp, evinden camiye kablo çekmişti”.
“Bizim Bölüğün Karavanası”
Hayatının ilk yıllarından itibaren kul hakkını ihlal etmeme noktasında son derece titiz davranmıştır. Mevzuyla alakalı asker arkadaşlarından Bolvadinli Ahmet Akşahin ile Bayburtlu Bekir Efendi şunları nakletmektedir: “Mahmud Efendi istirahat saatinde öncelikli olarak mescide giderdi. Abdest, namaz derken genellikle yemek ictimalarına yetişemezdi. Geç kaldığı günler ona yemek ayırırdık. Yemeği alınca ‘Bu bizim bölüğün karavanasından mıdır?’ diye sorar, ‘Hayır’ deyince, Başka bölüğün istihkakı bana helal olmaz der, yemeği yemez, aç beklerdi.”
Kul Hakkı
“1998 yılında Onunla birlikte Medine’de ikâmet eden Buhârâlı merhum Zekeriyya Efendi’yi ziyarete gitmiştik. Ziyaret sonrası hatim okuduğumuz odadan ayrılıp iç avludan Zekeriyya Efendi’nin özel odasına geçmemiz gerekti. Mahmud Efendi dışarıya çıkınca terliklerini bulamadı. Karşı tarafa geçene kadar giymesi için başka bir terlik vermek istediğimde kul hakkı olur endişesiyle kabul etmedi. Çoraplarını çıkarıp öyle yürüdü.”
Arabada Unutulan Bardak
“Emanete riayeti çok önemserdi. Tekirdağ’a emr-i bi’l ma’rûf’a gitmiştik. Seyahat esnasında yanımızda götürdüğümüz nevaleleri yiyorduk. Tencere, tabak türü gereçler de almıştık. Ne ki bardak almayı unutmuştuk. Su içmek için bardak lazım oldu. Vaaz ettiğimiz caminin imamından bardak istedik. Sağolsun getirdi. Hizmet bitti, ayrıldık, geri dönüyoruz. İstanbul sınırları içerisine girince Mahmud Efendi: ‘Bardağı Hoca Efendi’ye verdiniz mi?’ diye sordu. Kimse de ses yok. Tahkikat neticesinde öğrendik ki bardak arabada unutulmuş. Şoför arkadaşa ‘Hemen dönüyorsun, Tekirdağ’a gidiyoruz.’ dedi. Evlerimize girmeden gittik. Bardağı verdik, sonra İstanbul’a geri döndük.”
Nasıl Kur’ân-ı Kerîm Okurdu?
“Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hem fart-ı muhabbeti, hem de muazzam bir hürmeti vardır. Rahatsız olduğu dönemlerde konuşmaktan ve oturmaktan dermansız kalır fakat bu durumlarda dahi her gün Kur’ân-ı Kerîm’den ezbere bir cüz okur, cüzü okurken ise yerde diz üstü otururdu. Zor nefes aldığından dolayı ayetleri ancak kelime kelime tilavet eder, cüzü bitirmek bir saati bulur fakat yine de dizüstü oturma halini bozmazdı.”
Şöhreti afet olarak gören ve bu yüzden medya kuruluşlarına fotoğraf ve demeç vermeye sıcak bakmayan bu Hâlidî şeyhinin, tasavvuf disiplini bağlamında düşünüldüğünde keramet olarak değerlendirilecek çok sayıda söz ve ameli vardır. Fakat kendisinin Behâuddin Nakşibend’den naklen söylediği “En büyük keramet Hz. Rasûlüllah’ın (s.a.v) sünnetine tabi olmaktır” ifadesine saygı gösterip -en azından hayatta iken- kerametlerini yazmayı uygun görmedik.
İSTİKÂMET ANLAYIŞI
Nakşibendiyye’nin özünde “istikâmet” vardır. İstikâmet te Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’e ittibâ ile olur. Bir talebesinin Muhterem Mahmud Efendi’den naklettiği şu ifadeler O’nun istikâmet anlayışının ibtina ettiği çerçeveyi gözler önüne sermektedir: “Bu Mahmud, Rabbimin izni ile ömründe Kur’an’dan başka bir şeyle uğraşmamıştır”; “Gayr-ı müekked bir nafile olan ikindinin sünneti fevt olacağına Mahmud ölsün daha iyidir.”
Nakşibendiyye meşâyıhı gerek müekked, gerekse de gayr-ı müekked olsun, Sünnet’in hiçbir çeşidinin terkine rıza göstermemiştir. Onlar, zor zamanlarda Sünnet’in ihyâsı adına fedakâr ameliyelerde bulunmuşlardır. İslâm’ı çağrıştıran giyim tarzının yasaklandığı dönemlerde Ali Haydar Efendi, önemli bir sünnet olan sarığı başından indirmemiş, Mahmud Efendi’ye de bu yönde telkin ve ikazda bulunmuştur. Bir defasında Şeyhinin yanına sarıksız girince şu ifadelere muhatap olmuştur: “Oğlum Mahmud! Bir daha yanıma sarıksız gelirsen seni kovarım.” Mahmud Efendi Allah Rasûlü’ne (s.a.v) ittibâyı o derece içselleştirmiştir ki şeyhinin sarık noktasındaki sert ikazını her hatırlayışında içinin sürurla dolduğunu bildirmektedir: “Efendi Babamın o sözü bana öyle tatlı gelmişti ki, onun lezzet ve tadını bugün bile hissediyorum.”
Edirnekapı’da medfun olan Ali Haydar Efendi’yi bir ziyaretinde şöyle buyurmuştu: “Şayet sarığımı İsmail Efendi (İsmailağa) Camii’nde unutsaydım onu almak için geri döner, yine de Efendi Babamın (Ali Haydar Efendi) huzuruna sarıksız çıkmazdım.”
EKONOMİK TOPLULUK MU, İRFANÎ OLUŞUM MU?
Nakşibendiyye/Hâlidiyye de şeyh merkezli bir yapılanma vardır. Şeyhin halifeleri bulundukları bölgelerde irşad faaliyetlerini yürütürler. Şeyh ve halifeleri cemaatlerde olduğu gibi hiyerarşik bir yapılanmadan uzak dururlar.
Hâlidî şeyhler müritlerinin siyasî, ictimâî ve iktisadî meselelerini programlama ya da geliştirme yerine, onlara işlerini İslâm’a göre ayarlayabilmeleri için nasıl bir duruş belirlemeleri gerektiğini söylerler. İctimâî hayatın kurum ve kuruluşlarını değil o kurumların başlarındaki insanların kalplerini önemserler. Dağınık gibi görünen bu yapılanma hayatın içine girmeden hayatı idare etmeyi hedeflediğinden cemaat yapılanmalarından daha kalıcı etkiler bırakmıştır.
Mahmud Efendi Nakşibendiyye/Hâlidiyye’deki klasik yapılanmayı olduğu gibi korumuştur. Modern dünya içerisinde İslâm Medeniyeti’nin tüm renklerini koruyan bir cemaat oluşturması, klasik yapılanmanın etkinliğini gözler önüne sermesi açısından önemlidir.
Ali Haydar Efendi gibi, Mahmud Efendi de müritlerinin ticari ortaklıklarına sıcak bakmamıştır. Ona göre tarikat ekonomik bir topluluk değil, bütün toplulukları idare eden irfani bir oluşumdur.
Tarikatı, cemaatlerde olduğu gibi organize bir yapıya dönüştürüp hizmeti daha etkin hale getirmeyi hedefleyen tekkeler zamanla dağılmışlardır.
TEKKE’NİN KİLİSEYLE MÜCADELESİ
Osmanlı Devleti’ne karşı sadakatleriyle temayüz eden Hâlidî şeyhler, ülke müdâfaası adına önemli hizmetler îfa etmişlerdir. Batılı devletlerin siyasî dayatmalarının had safhada olduğu ve azınlıkların kabul edilemez taleplerde bulunduğu bir sırada Sultan Abdulmecîd’in davetiyle İstanbul’a gelen İsmet Efendi’nin, tekkesini Fener-Rum Patrikhanesi’nin üst kısmında yer alan Çarşamba semtinde inşa etmesi bu sadakatin bir göstergesidir.
Osmanlı Devleti’nin zafiyetinden istifade ederek, üzerinde nüfuz kurmanın gayreti içerisine düşen kiliseye, tekkesini Çarşamba’da inşa eden bu Hâlidî şeyhin verdiği mesaj açıktır: “Batılı devletleri arkanıza alarak yürüttüğünüz sinsi çalışmalarınıza, siyaseten zayıflayan devletimiz engel olamasa da millet iradesi size geçit vermeyecektir”.
Ali Haydar Efendi de Osmanlı Devleti’nin müdâfaasında fiili olarak görev almıştır. Uzun bir zaman bulunduğu Çanakkale Cephesi’nde askerin moralman diri kalmasında etkili olmuş, tesirli konuşmalar yapmıştır.
YÜZBAŞI: “ASKERLİĞİ BİZDEN İYİ BİLİYOR”
Mahmud Efendi de sohbetlerinde sık sık Âlem-i İslâm’ın müdâfaasından bahseder, gençleri askerliğin manasını idrak etmeye çağırırdı. Bir hutbesinde şunları söylemektedir: “Askere gidenler illa Allah rızası için gitsinler. Giderken de şöyle niyet etsinler: “Ben askere nice canları, namusları korumak için, İslâm’ı müdâfaa etmek için gidiyorum”.
“Askere giderken Buhârî’deki askerlikle ilgili Hadis-i Şerîfleri okumuştum. Yemin ederim size, ne zaman gideceğim diye sabırsızlanıyordum.”
“Bulunmuş olduğum bölükteki asker arkadaşlarım hoca olduğum için bana hürmet gösterdiler. Askerlikte yapılan her çalışmanın çok büyük ecirlere sebep olacağını bildiğim için arkadaşlara derdim ki: ‘Arkadaşlar! Gece nöbetine, gündüz nöbetine, mıntıka nöbetine, hatta temizlik işlerine de beni yazın.”[29]
Askerde iken tavır ve konuşmaları bölükteki erler üzerinde azim tesirler bırakır. Öyle ki, onun bölüğünde hiç vukuat olmaz. Bölük yüzbaşısı, merak ettiği bu durumu bir gün Başçavuşla paylaştığında, Başçavuş şunları söyler: “Komutanım! Bölükte Mahmud isminde bir er var. Sivil hayatında hoca imiş. Müsaade ettim, akşamları askere sohbet ediyor. Bölük ondan çok etkilendi. Vukuat olmamasında onun etkisi büyüktür.” Yüzbaşı, Mahmud Efendi’nin ne konuştuğunu merak eder, bir akşam sohbet ederken kapı arkasından onu dinler, sonra Başçavuşa dönüp der ki: “Bu hoca askerliği bizden iyi biliyor.”
İsmailağa Camii minberinden gençlere askerliğin Allah Azze ve Celle’nin emrettiği büyük bir vazife olduğunu anlatır, askere gidilmediği takdirde din ve milletin düşman askerlerinin postalları altında pâyimâl edileceğini söylerdi. Konuşmasını Allah Rasûlü’nün (s.a.v) şu hadisiyle de desteklerdi: “Ümmetime zorluk getirmeyeceğini bilseydim hiçbir cihat müfrezesinden geri kalmazdım. Yemin olsun ki, Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra tekrar öldürüleyim isterdim”.
“Efendimiz (s.a.v), Allah yolunda öldürülüp diriltilmeyi temenni ediyor. Demek ki bir kimse Allah Teâlâ’nın rızasını umarak askere gidecek olsa, orada tarla kazması dahi ibadet olur. Eğer memleketimizin müdâfaası uğrunda askerlik yapmanın ne kadar büyük olduğunu anlatmaya devam etsek bu, bir günden az bir sürede bitmez.”
Mahmud Efendi, askerde yapılan ibadetin öneminden de bahsettiği hutbesini şu ayetin meal/tefsîriyle bitirir: “Ey İman edenler! (Savaş için) bir topluluk ile karşılaştığınızda artık sebat edin ve Allah Teâlâ’yı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz.”[30] “Zikir sadece halıların, seccadelerin, postların üzerinde yapılmaz; her yerde, düşman ile savaşırken dahi yapılır.”[31]
Askerlikle alakalı ifadelerinde, bu vazifeyi îfa ederek Müslüman gençleri bu ülkeyi korumaya, sonra da İslâm’ı onun her noktasına tatbik etmeye davet vardır.
“BİZ BUNU ALLAH RIZASI İÇİN SARIYORUZ”
28 Şubat’ın en fazla etkisinin hissedildiği, mağduriyetlerin yaşandığı, (faili mechul) cinayetlerin işlendiği, bedellerin ödendiği cemaat şüphesiz ki İsmailağa’dır. Darbeden önce Çarşamba’da pek çok apartman ya medreseydi ya da içerisinde medreseye dönüştürülen daireler vardı. 28 Şubat süreciyle birlikte sürekli ihbarlar, baskınlar, gözaltılar yaşanırdı. Kapatılan bir medrese, rica-minnet bir mülk sahibinden daire kiralar, öğrenciler birisi görüp ihbar etmesin diye günlerce dışarı çıkmaz, dairenin yola bakan çerçeveleri, dışarıya ışık yansımasın diye Medefe’yle kapatılırdı. Fakat Mahmud Efendi ne idamla yargılandığı 1980 darbesinde, ne de 28 Şubat’ta kendini gizlemek ya da karşı tarafa şirin göstermek için değiştirmedi. Mahkeme solanlarına cübbesiyle, takkesiyle gitti. Hayatına sanki darbeler olmamış gibi devam etti. Bu hali inatlaşma olarak kabul edenlere bir sohbetinde şöyle cevap verdi.
“Sarık sarmamızı inatlaşmak olarak anlayanlar var. Halbuki Rabbimin emri diye sarık takıyorum. Ayet-i Kerîme’de de bildirildiği gibi Bedir muharebesinde inen melekler sarıklı idiler.[32]Eğer sarık örf olsaydı, melekler sarık takarlar mıydı? Rasûlüllah’da (s.a.v) sarıklıydı. Namazda, seferde mübarek başlarında hep sarık olmuştur. Fetih esnasında Mekke’ye girerken miğferinin üzerine bile sarık vardı. Ecdadımız da sarıklıydı. Sarık gökten inmiştir, ben sarık sarıyorsam kimsenin inadına sarmıyorum ki. Allah’ımın emri, Efendimiz’in (s.a.v) Sünneti olduğu için sarıyorum. Biz inatlaşmaya değil, husumetleri ortadan kaldırmaya memuruz. Bilmiyorlar… Bilmediklerinden dolayı sarığa karşı gelenlere hakikati görmeleri için daha çok dua etmeliyiz.”
“MİSAFİRİME NİÇİN BUYUR DEMEDİN?
1970’li yıllarda birkaç öğrencisiyle birlikte Hacc’a gider. Mekke dönüşü Medine’ye uğrar. Günümüzde olduğu gibi o yıllarda konaklama yerleri Diyanet İşleri Başkanlığı ya da turizim şirketleri tarafından ayarlanmadığından hacılar kendi gayretleriyle yer temin etmekteydiler. Bu yüzden öğrencileri ile birlikte kalabilecekleri bir yer arayışına girer. Bu esnada tevafuken Osmanlı’dan kalma ribattaki bir odada yaşayan Buhârâlı alim merhum Muhammed b. Zekeriyya Efendi’ye uğrarlar. 1905 yılında Buhârâ’da dünyaya gelen, komünizmanın zulmünden dolayı annesiyle birlikte hicret yurdu olan Medine’ye iltica eden Zekeriyya Efendi, annesinin vefatından sonra da bu tek odada kalmaya devam eder. Zekeriyya Efendi imkansızlıktan dolayı, Hoca Efendi ve arkadaşlarını ağırlayamaz; onlara “buyurunuz” diyemez. Biraz sonra uykuya dalar ve rüyasında Allah Rasûlü’nü (s.a.v) görür. Efendimiz (s.a.v), “Benim misafirime niçin buyur demediniz?” diyerek onu ikaz eder. Zekeriyya Efendi hemen kalkar ve ribatın etrafında Allah Rasûlü’nün (s.a.v) “benim misafirim” dediği Mahmud Efendi’yi aramaya başlar. Buluştuklarında odasında kalması için ona ricada bulunur. Muhterem Mahmud Efendi konaklamak için bir yer bulduklarını söylese de Zekeriyya Efendi birlikte kalmaları için ısrar eder. Medine’de kaldığı sürece içerisinde aynı odayı paylaşırlar.
Mahmud Efendi’nin, rahatsızlığından dolayı son yıllarda hacca gidememesi Zekeriyya Efendi’nin ona olan muhabbetini de, hasretini de artırır. 2001 yılında Medine-i Münevvere de kendisini ziyaret eden Kamil Hoca Efendi’ye, Mahmud Efendi’ye dair şöyle bir rüyasını anlatır: “Mahmud Efendi’ye karşı büyük bir sevgim vardı, geçenlerde gördüğüm bir rüya bu sevgiyi bağlılığa dönüştürdü: “Medine’deyiz. Ravza’ya doğru uzanan geniş bir caddenin kenarlarında sağlı sollu insan kümeleri halinde Allah Rasûlü’nün varisinin gelişini bekliyoruz. Bir de ne göreyim. Başında ki bembeyaz sarığıyla kenarları insan dolu olan yolun başından bize doğru gelen zat Muhterem Mahmud Efendi…”
Medine ziyaretçilerinin, özellikle de ilim adamlarının elini öpüp, duasını almayı bahtiyarlık kabul ettikleri ilim ve gönül adamı Zekeriyya Efendi 2004 yılında Medine’de vefat etmiştir.
İSMAİLAĞA’DA 24 SAAT
Mahmud Efendi’nin rahatsızlığına kadar vakit namazlarını eda ettiği İsmailağa Camii ve çevresinde hayat, sabah namazıyla başlar; Güneşin doğuşu seccadenin üzerinde seyredilirdi. Bu sürede belli dualardan oluşan tesbihat yapılır. Sonra “işrak namazı” kılınırdı. Namazın ardından cemaat dağılır. Kuşluk vakti camide yine bir hareketlenme görülürdü. Sarıklar sarılır “kuşluk namazı” kılınırdı. Fakat Nafile namazları evde ya da işyerlerinde kılmak daha faziletli olduğundan bu vakitte farz namaz vakitlerinde olduğu gibi bir hareketlilik görülmezdi. Öğle ve ikindi namazlarını cemaatle eda etmek isteyen çevre sakinleri yine camiyi doldururlardı. Farz namazların edasından sonra işlerine dağılan cemaat, akşam namazı için tekrar saf olurdu. Sünnet’ten sonra 6 rekatlık bir nafile daha kılınır ki bunun adı “evvabin namazı”dır. Akşamdan sonra cemaatin bir kısmı camide kalır ,“hususi dünyasında” günün muhasebesini yapar, bir kısmı da yatsı vaktinde geri gelmek üzere evlerine giderdi. Cemaatin neredeyse tamamı pazartesi ve perşembe günleri nafile oruç tuttuğundan bugünlerde akşamdan sonra camide pek kalan olmazdı. Mahalle sakinleri evlerine giderlerken genellikle yanlarında birkaç misafir de götürürdü. Bir çoğumuzun sadece Ramazanlarda yaşadığı bu manzarayı İsmailağa’da her perşembe ve pazartesi günü görmek hala mümkündür.
Yatsıya doğru evlerde abdest hazırlıkları başlar, dış elbiseler giyilir ve sokaklar yeniden hareketlenir. Lebâleb dolu saflarda “huşu” ile günün son farz namazı kılınırdı. Namazdan sonra herkes evine çekilirdi. Zira Mahmud Efendi, Sünnet’e muhalif olduğun için yatsı sonrasında ayakta kalmayı pek uygun görmez. Bir sohbetinde bunun gerekçesini şu şekilde izah eder: “Ashâb-ı Kirâm’dan bazıları yatsı namazını kılıp evlerine giderken sokakta dış elbiselerini çözmeye başlarlardı. Neden böyle yaparlardı? Çünkü gece ‘teheccüd namazına’ kalkacaklardı. Bu yüzden hemen yatmaları gerekirdi.” İsmailağa’da teheccüd o kadar yaygındır ki bu namazı kılanlar, kılmayanlardan çok fazladır dense mübalağa olmaz. Teheccüd sonrası sabah namazına kadar seccadenin üzerinde beklenilirdi.
Mahmud Efendi’nin rahatsızlığından dolayı camiye gelememesi ve camide şehid edilen Hızır ve Bayram hocaların katillerinin bulunamaması gibi olaylar İsmailağa’yı etkilemiş olsa da, bir asır önceki İstanbul ya da Anadolu camilerine hiç de yabancı olmayan güzellikler[33] belli oranda orada hala devam ediyor.
İsmailağa’da namaz vaktinde her şey durur, bütün kapılar camiye açılır. Manzara, Üstad Necip Fazıl’ın şu dizesini şerh eder niteliktedir: “Dünyaya kapalı, Allah’a açık.”
Namaz öncesi ve sonrası sokaklardaki insan manzaraları 14 asır öncesinin Medine’sinden alınan fotoğraf karelerini anımsatır.
Çarşamba sokaklarında bir namaz vakti, seller gibi İsmailağa’ya akan insanlar arasına karışıp camide saf olduysanız, ruhunuz sizi sürekli zorlayacak ve “Hadi bir daha, bir daha İsmailağa’da namaz kılalım” diyecektir.”
Siz unutsanız bile ruhunuz bu şehrâyini unutamayacaktır. Yıllar sonra olsa bile ayaklarınız sizi alıp eski İstanbul camilerindeki bu muhteşem manzaranın bir parçası olmaya götürecektir.
Modern zamanın camiden ve gelenekten kopardığı, hatta karşıt bir düşünceyle yetiştirdiği nesillerin ıztırabına çaresiz bir halde tanıklık ederken, Yahya Kemal’in şu hatırasını düşünün ve bir anlık da olsa yüreğinize su serpin: “… Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular. Doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandillerini yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.” “… Medenîleşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını göremiyorlar.”
“… Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. … İçim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatın arasında yalnız benim vucudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum”.
“… Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk (Müslüman) çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.”[34]
Bugünün aydını belki babalarının kollarında gittikleri camilerde ak sarıklarıyla saf tutan müminlerin aralarında bayram namazları kılmış olacak kadar yaşlı değillerdir. Fakat bir çoğunun babası Fatih’te, Süleymaniye’de ak sarıklı İstanbullular arasında namaz kılmış, onlarla aynı mahalleri hatta evleri paylaşmıştır. Belki de bir çoğunun dedesi sünnet diye sarık sarmıştır.
Çok değil 80 yıl öncesinin İstanbul manzaralarını hatırlayabilenler ya da babalarının, ak sakallı dedelerinin kollarında camilere gidişini tasavvur edebilenler, İsmailağa’yı anlamakta güçlük çekmeyeceklerdir. İşte o zaman görecekler ki İsmailağa; Cumhuriyet döneminin büyük fakihi Ömer Nasuhi Bilmen gibi bir alimin katiplik yaptığı dersiâm (ordinaryüs profesör) Ali Haydar Efendi ile, milletin ruh köküne sadakatin gereği olarak ilim ve irfan hizmetine devam ediyor.
Mahmud Efendi, kökleri Osmanlı’ya; oradan da Saadet Asrı’na uzanan bu ilim-irfân yolunun, muasır yolcusudur.
“MAHMUD EFENDİ’Yİ TANIYOR MUSUNUZ?”
Tasavvuf büyükleri cemiyeti, yazılarından ziyade yaşantılarıyla etkilemişlerdir. Onların hâl dilleri, konuşma dillerinden daha etkili olmuştur. Çünkü hayatlarıyla insanlara yaptıklarını anlatmışlardır. Sadaka verdikten sonra sadaka vermeye, gece namazı kıldıktan sonra teheccüde kalkmaya çağırmışlardır. Bu yüzden çevreleri uçsuz bucaksız çöllerdeki vahalar gibi yeşermiştir.
Mahmud Efendi’nin hayatında tasavvuf büyüklerinin geleneksel yaşantısını bütün güzellikleriyle görmek mümkündür. O, adeta bir edep ve merhamet kitabıdır. İsmailağa Camii’nin kapıları sadaka taşlarını andırırdı. Paraya ihtiyâcı olanlar İstanbul’un uç semtlerinden kalkıp oraya gelirdi. Onun “Sizden sadaka isteyen kişi, atın üzerinde dahi olsa yine ona tasaddukta bulununuz” buyruğunu sürekli hatırlatması cemaatin hayır duygularını diri tutar, alanın kimliği, kim olduğu sorgulanmazdı.
Bir sohbetinde dinleyenlerine camii kapısında bekleyen dilencilere nasıl davranılması gerektiğini anlatırken, cemaatten birisi kalkıp, “Efendim! Onlar burayı istismar ediyorlar. Ahlaki açıdan da kötü bir hayat yaşıyorlar. Mehmet Ağa Camii’ne kadar açık geliyor, orada tesettüre bürünüyorlar. Bunlara bu halde sadaka verilir mi?” diye sorduğunda, Hoca Efendi kızdığını ihsas eder bir ses tonuyla “Onların da sizin de sahibiniz Cenab-ı Hakk’tır. Mevla Teâlâ o halde onlara müsaade ediyor, rızık veriyor da siz ne hakla onlara engel oluyorsunuz. Sadaka veremeyeceklerin ne yapacakları Kur’an-ı Hakîm’de bildirilmiştir: ‘Gönül alıcı biz söz.’ Eğer yanlış bir durum varsa o kolluk kuvvetlerinin işidir. Onlara havale ediniz. Kardeşlerim! Bizim dilenciye karışma yetkimiz yok. Onu azarlayamayız. Böyle bir durum o dilencinin de Rabbi olan Allah Teâlâ’nın gayretine dokunur.”
Hoca Efendi’nin sadaka konusundaki hassasiyetinden haberdar olanlar camiye giriş-çıkış saatlerini iyi bilir, güzergahında sağlı sollu beklerlerdi.
Muhterem Mahmud Efendi’nin dilencilerin onurunu koruyan bu duruşu, Sulukule gibi vukuatın bol olduğu semtlerin kapısını irfana açmıştır. Bir zamanlar Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii, onun vaazından istifade etmek için gelen Sulukuleliler’ce doldurulurdu.
Onu en iyi tanıyan milletlerin başında Afganlılar gelir. Uzun yıllar devam eden savaşların getirdiği ekonomik yıkım bellerini büktüğünden hacca gidebilenlerinin birçoğu otellerde barınma imkanı bulamaz, cami köşelerinde kalırdı. Hoca Efendi sevenlerini, el açıp dilenmeyen bu onurlu Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamak için seferber eder, maddi imkanlarını onlarla paylaşmaya davet ederdi.
Son 10 yıla kadar muhtaçlar kendilerinden önceki Haremeyn misafirlerinden Hoca Efendi’nin giyim tarzıyla alakalı bilgiler almış olmalılar ki başında sarık, sırtında cübbe olan bir Türkiyeli gördüklerinde “Şeyh Mahmud, Türkiye” der, eksik kalan kelimeleri masum bakışlarıyla tamamlarlar: “Bizden öncekilerin sürekli bahsettiği fakirlerin dostu olan Türkiyeli bir Mahmud Efendi varmış, gördünüz mü ya da tanıyor musunuz, bize yardımcı olur musunuz?”
SIRADAN BİR İNSAN GİBİ YAŞARDI
Muhterem Mahmud Efendi sıhhatli olduğu yıllarda Çarşamba pazarına gider, pazarlıkları satın alır, evinde ağırladığı misafirlerin sofrasını kendisi kurardı. Musafaha yaptığı kişiler ellerini çekinceye kadar da elini çekmezdi. Hoca Efendi aşkını, ruhunu kaybeden modern zamana söz ve aksiyonuyla İslâm’ın güzelliklerini anlatan büyük bir öğreticidir. Camisi, maddi ve manevi fakirlik çekenler için umut kaynağı olmuştur. İnsanlar onun bakışlarında Medine’nin sıcaklığını hissetmişlerdir.
Okulda, sinemada, gazetede anlatılan hoca tiplemelerinden ürken Anadolu çocukları, bir gün yolları Fatih Çarşamba’ya düştüğünde anlatıldığı gibi müstebid bir hoca ile değil “Ak sakallı, nurani yüzlü bir sevgi dağı” ile karşılaşırlardı.
“ONU TANIYINCA NİÇİN YAŞADIĞIMI
ANLADIM”
1988 yılında Müslüman olup Naim Abdulwali adını alan bir Amerikalı, dinini öğrenmek için Medine’ye gider. Medine hayatının üçüncü yılında Muhterem Mahmud Efendi ile tanışır, ondan etkilenir ve okuduğu fakülteden ayrılıp onunla birlikte İstanbul’a gelir. 10 yıl Hoca Efendi’nin çevresinde ilim tahsil eder.
Abdulwali, İstanbul’a gelişini şu gerekçelere bağlamaktadır: “Batılıların aklında değil, ruhunda problem var. Hristiyanlık Batı’yı tatmin etmiyor. Bu yüzden önemli bir bölümü ateizme yönelmektedir. Ben de her Batılı gibi uzun yıllar Hristiyanlık’la ateizm arasında med-cezir yaşadım. Ruhumdaki hafakanlar dayanılmaz bir noktaya ulaştığında, üniversite kütüphanesinde gördüğüm bir tasavvuf kitabı imdadıma yetişti. onunla İslâm’ı tanıdım, Müslüman oldum.
Dinimi öğrenmek, imanımı daha da güçlendirmek için gittiğim camilerdeki Müslümanlar bana sürekli İslâm’ın akıl dini olduğundan bahsettiler. Elbette İslâm, akl-ı selîme muvafıktır. Buna bir itirazım yoktu. Ama ben aklı değil, ruhu arıyordum. Ben ekmek istiyordum onlarsa bana su veriyordu. Okumak için Medine’ye gittim, orada ise kendilerini dinin resmi temsilcileri zanneden insanlarla karşılaştım.
Söylemek istediğim şu ki; Batı’nın akılda bir sorunu yok. İşte uzaydalar. Bu yüzden onları İbn Sina ile etkileyemezsiniz. Batının yüreği kanıyor. Onlara Şah-ı Nakşibend gibi tasavvuf büyüklerini anlatmalıyız. Hoca Efendi, diğer Müslümanların aksine yüreğime müdahale etti, ruhuma konuştu. Sohbetleri yarama merhem oldu. O anlattıkça niçin yaşadığımı anladım. Bu yüzden İslâm’ı tebliğ etmek için Batı’ya gidenler mutlaka tasavvuf okumalılar. Batı’nın kararan ruhunu İslâm’a açacak anahtar tasavvufun hikmet ve marifet dolu dünyasında mündemiçtir.”
Abdulwali, Mahmud Efendi’nin öğretici yönüyle alakalı olarak da şunları söylemektedir: “Öğrencilerine karşı müşfik bir babadan daha merhametlidir. Şahsen her tür sorunumla bizzat ilgilenmiştir. Bunun içerisine hayatımın maddi boyutu da dahildir. Yabancı olduğumdan, Türklerin geleneklerini bilmediğimden zaman zaman intibak sorunum olurdu. Üzüldüğümü hissettiğinde “Sen bizim Selmânımızsın” diyerek bana moral verirdi.
İstanbul’da fıkıh, tefsîr, hadis gibi temel İslâmî ilimlerin yanı sıra Mektûbât dersleri de aldım. Hoca Efendi tasavvuf derslerinde tedriciliğe riayet etmemi ister, özellikle İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât’ından daha kolay olmaları nedeniyle ameli mektupları okumamı isterdi. Fakat benim merakım ‘derin tasavvufi birikim’ gerektiren sûfi mektupları okumaktan yanaydı. Israrım üzerine ders okuduğum Hoca bu tür mektupları okutmayı kabul etti. Fakat meseleleri anlamakta zorlanıyordum. Galiba bu yüzdendir ki Mevlânâ, Hüsameddin Çelebi’ye buradan ötesi seni aşar, deyip tasavvufun ancak yaşanılınca anlaşılabilecek bahislerini ona anlatmamıştır. Derin mektuplar gün geçtikçe ruhi bir krize sürüklenmeme yol açtı. Zihnimde beliren sorunları gidermem için acilen Hoca Efendi ile görüşmem gerekiyordu. Fakat rahatsız olduğundan hasbihal edecek genişlikte görüşme imkanı bulamadım. O sıkıntılı günlerde tasavvufu bırakmaya karar verdim. Bir ikindi namazı sonrası huzuruna varıp, yıllar önce bana hediye ettiği tesbihi kendisine uzatarak ‘Efendim buyurun, bu tesbihi bana yıllar önce hediye etmiştiniz. Ben dersleri bırakmak istiyorum.’ dedim. Hoca Efendi şefkatle elini omzuma koydu ve şu dörtlüğü okudu:
İven kişi (acele eden) yol bulamaz,
Maksûduna tez varamaz.
Bekle ârif dergâhını
Yüz göstere irfan sana.
Eli omzuma değince zihnimdeki bütün soru işaretleri koyboldu. Sanki yeniden doğmuştum. Fakat büyük bir mahcubiyet içerisindeydim. Bana daha sonraları okumamı tembihlediği mektupları okumuş ve bu yüzden de krize girmiş olduğum halde “Niçin yapma dediğimi yaptın” türünden tek kelime sarf etmedi.
İslâm’ın güzelliklerini onda gördüm. Şimdi aramızda binlerce kilometrelik bir mesafe var. Fakat O, hasta yatağında, bembeyaz sarığıyla hala beni irşad ediyor, yüreğimin yaralarına merhem oluyor.”
“OKUYUNUZ”
Muhterem Mahmud Efendi her yaştan insanın eğitim görmesini ister, 60 yaşına gelen kişilere dahi okumayı tavsiye ederdi. Muhatapları “Efendim! Yaşımız anlamamıza engel oluyor” dediklerinde “Yine de okuyun. Size ‘nasara’ kelimesini sorduklarında ‘mazi fiil’ yerine ‘mastar’ derseniz bu bile bir şeyler okuduğunuza, ilim yolunda olduğunuza işaret eder.” derdi.
İlim talebelerine Abdulhalik Gücdüvani’nin şu vasiyetini kendi vasiyeti gibi de nakleder, söyleyeceklerime bağlı kalmanızı istirham ediyorum, derdi: “Fıkıh ve hadis ilmini öğren, cahil sûfilerden uzak dur, malın, fıkıh kitapları olsun. Birisi medh ettiği zaman gururlanma, kınayınca da üzülme. İnsanlardan dünyevi bir şey isteme, fütüvvet ehli ol. Allah Teâlâ’nın sana verdiklerini, sen de halka dağıt.”
NEYİN HELAL ya da HARAM OLDUĞUNU FIKIH BELİRLER
Muhterem Mahmud Efendi tasavvufun sınırlarını anlattığı bir vaazında Üstadı Ali Haydar Efendi’den şöyle bir nakilde bulunur: “İnsanoğlu helal ile haramı ağzıyla ayırt edemez. İnsan için helalinden pişirmiş olduğu tavuğun tadı ile çalınmış tavuğun tadı aynıdır. Haram ile helal arasını ancak fıkıh ayırır.”
DÜNYA MÜSLÜMANLARI
Medyayı takip etmez fakat öğrencileri düzenli olarak günlük haberleri ona aktarırdı. Sıcak çatışma ortamlarından günlük haberler alırdı. Afganistan, Çeçenistan ve Bosna cihadıyla yakından alakadar olmuştu.
Sevenlerini mustazaf ve mücahid müslümanlara madden ve manen yardım etmeye çağırır, toplanan yardımları ilgili kuruluşlar vasıtasıyla mahalline ulaştırırdı. Çeçenistan Müslümanları onun bu yönünü iyi bilirler. Bu yüzdendir ki Selim Han Yandarbiyev Cumhurbaşkanı iken İstanbul’a kadar gelip Hoca Efendi’yi ziyaret etmişti. Diğer Çeçen komutanlarının da İsmailağa, Eyyûb el-Ensârî’den sonra ilk ziyaret ettikleri yerdi.
ESERLERİ
Tasavvuf literatüründe zâhir ve bâtın ilmine sahip olan şeyhlere “zü’l-cenâheyn/çift kanatlı” denir. Hâlidî şeyhleri, diğer irfan merkezlerinin mürşitlerinden ayıran en temel özellik de bu yönleridir. Diğer tekkelerde zaman zaman zü’l-cenâheyn mürşitler irşad makamına otururken Halidi şeyhlerin neredeyse tamamı “zü’l-cenâheyn”dir.
Mahmud Efendi bu geleneğin muasır örneğidir. Bu yüzden onun irşad faaliyetleri kadar, tedris ve telif çalışmaları da dikkate alınmalıdır. Telif ettiği eserlerin bir kısmı bizzat kendi kaleminden çıkarken bir kısmı da öğrencilerinin onun ders ve sohbetlerinden derledikleri notlardan oluşmaktadır.
Rûhu’l-Furkân
Mahmud Efendi’nin en hacimli eseri, Rûhu’l-Furkân adlı nâtamam tefsîrdir. Tefsîr “rivayet” usûlüne daha yakındır. Fakat eserde yer yer “işâri” manalara da rastlanmaktadır. Rûhu’l-Furkân, içerisinde fıkhî meseleleri barındırması cihetiyle “ahkam tefsîri” özelliğini de taşımaktadır.
Tefsîrde önce ayetlerin kelime anlamları verilmekte, sonra mealleri, ardından da tefsîrleri yapılmaktadır.
Rûhu’l-Furkân’da fıkıh, kelam, tasavvuf gibi temel İslâmî disiplinlerle alakalı meselelerin ayrıntılı bir şekilde tahlil edilmesi, Mahmud Efendi’nin İslâmî ilimlerdeki derinliğini ortaya koyması açısından ayrıca önemlidir.
Muhterem Mahmud Efendi, tefsîrinin mukaddimesinde niçin böyle bir çalışmaya başladığını açıklarken şunları söylemektedir: “Kur’an-ı Azimu’ş-şân’ın manasının kelime kelime anlaşılmasına çok hevesli olduğumuz sohbetlerimize iştirak eden kardeşlerimiz tarafından yakinen bilinmektedir.
Nice büyük alimler, Kur’an-ı Kerîm’i Türkçe tefsîr ederek, bu büyük kitabın manasını anlama hususunda milletimizin ihtiyâçlarını karşılamışlardır. Bu yüzden ziyade aciz olan bu kardeşiniz böyle büyük bir işe girişmeyi bu zamana kadar düşünmüş dahi değildi. Ancak hicri 1407 senesi Şaban ayının Beraat Gecesi’nde Ravza-i Mutahhara’da bulunduğumuz sırada Efendimiz tarafından vaki olan manevi bir işaretle, bu mühim işe başladık ve yukarıda geçtiği gibi kelime kelime mana verilmesine ziyade ihtimam göstererek yola çıktık.”[35]
Tefsîr yazımının tedris ve irşad faaliyetleri ile birlikte yürütüleceğini, bu yüzden eserin tamamlanmasının uzun bir zaman alacağını söyleyen müellif, okurlarından bu özrünün kabulünü istirham eder.[36]
Halen yazımı devam eden tefsîr’in 2015 yılı itibariyle 18. cildi basılmıştır. Son ciltte Yunus Sûresi’nin tefsîr edildiği dikkate alındığında eserin 50 cildi aşacağı kuvvetle muhtemeldir, lakin eserin son ciltlerinde rahatsızlığından dolayı muhterem Mahmud Efendi’nin katkısı yoktur.
Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi
Risâle-i Kudsiyye, İsmet Efendi Tekkesi’nin kurucusu Mustafa İsmet Efendi tarafından kaleme alınan manzum bir eserdir. Eserde Nakşibendiyye-Hâlidiyye tarikatının zikir usûlleri, prensip ve kaideleri anlatılmakta, İslâm Akâidi ile alakalı temel meseleler işlenmektedir. Sûfî bir cemaatin bilmesi gereken konuları hikmetli bir dille anlatan eser, İsmet Efendi’den sonra gelen tekkenin şeyhleri tarafından müracaat kaynağı olarak görülmüştür.
Muhterem Mahmud Efendi, her sohbetinde Risâle-i Kudsiyye’den bir beyt okur ve şerh ederdi. Öğrencileri de O’nun bu açıklamalarını yazıya aktarıp eseri 2 cilt halinde Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi başlığıyla basmışlardır. Nakşibendiyye-Haliddiyye tarikatıyla alakalı temel meselelerin ayrıntılı bir şekilde işlendiği bu eser, farklı isimler altında birkaç defa tab’ edilmiştir. [37]
Sohbetler
Mahmud Efendi, İmam-Hatip olarak görev yaptığı İsmailağa Camii başta olmak üzere birçok camide vaaz etmiştir. Pazar günleri sabah namazından sonra Sultan Selim Camii’nde yaptığı sohbetler ise irşad tarihinde ayrı bir yere sahiptir. Sohbetler, sabah namazından sonra olmasına rağmen camii erken saatlerde dolar, geç kalanlar vaazı çevredeki camilerden dinlerlerdi.
Misafir Hoca Efendilerden birinin okuduğu aşr-ı şerîfin tefsîr edilmesiyle akdedilen sohbetler, işrak vaktine kadar devam ederdi. Sohbetlerde öğrencilerin aldığı notlar 1995 yılından itibaren kitaplaştırıldı. 3 yılda hacimli 6 ciltlik bir eser ortaya çıktı. 1998 yılında sona eren sohbetler Hoca Efendi’nin rahatsızlığından dolayı bir daha başlayamadı. [38]
Konuların vaaz üslubuyla işlendiği ve iknaî yolla anlatıldığı “Sohbetler” kitabı, evlerde her aile reisinin ders kitabı olarak takip edebileceği içeriktedir.
Mektûbât-ı Rabbânî Şerhi
Nakşibendiyye tarikatında Behâuddin Nakşibend Hazretlerinden sonra en etkin olan ikinci isim İmam-ı Rabbânî diye şöhret bulan Ahmed Faruk es-Serhindî’dir (v.1624). [39]
İslâm’ın Endülüs sendromu yaşadığı bir zamanda meydan yerine çıkıp, yaşamış olduğu çağda Bangladeş’ten Afganistan’ın Batısına kadar uzanan büyük bir coğrafyada etkin olan İmam-ı Rabbânî Hazretleri çağdaşlarına davet ve cihad içerikli çok sayıda mektup göndermiştir. Onun mektup yazdığı şahısları, devlet başkanları, ilim adamları, mutasavvıflar ve avam olmak üzere dört sınıfa ayırabiliriz.
Mektuplarda Nakşibendiyye tarikatının esasları, Ehl-i Sünnet akidesinin temel meseleleri, âlimlerin çözemediği çeşitli konuların izahı gibi cemiyetin her tabakasına hitap eden zengin bir muhteva vardır.
Birçoğu Farsça kaleme alınan mektuplar İmam Rabbânî’nin halifeleri tarafından üç cüz halinde toplanmıştır. Cüzlerin ilki 313, ikincisi 99, üçüncüsü ise 122 mektuptan oluşmaktadır. Mektuplar Muhammed Murad Kazani tarafından 1887 yılında Arapça’ya tercüme edilmiş, Müstakımzâde Süleyman Sa’deddin Efendi ise 1751 yılında Mektubât’ı Osmanlıcaya çevirmiştir. Fakat eser çevrildikten bir asır sonra (1854) basılmıştır.
Mektûbât, Nakşibendîlerin Şeriat-Tarikat münasebeti, tarikat adabı gibi konularda ilk müracaat ettiği kaynaktır.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin mutasavvıflara ya da halifelerine gönderdiği mektuplar dil, içerik ve anlatım özellikleri bakımından diğerlerinden daha derin ve daha ıstılahîdir. Bu mektupların anlaşılabilmeleri için tasavvuf literatürüne vakıf kişilerin nezaretinde okunmaları kaçınılmazdır. Muhterem Mahmud Efendi onlarca yıl devam eden sohbetlerinde Mektubât’ın tamamını birkaç defa tercüme ve şerh etmiştir. Mektubât’ın anlaşılabilmesi için Onun yaptığı bu açıklamalar şüphesiz ki önemlidir. Bu önemi fark eden öğrencileri farklı zamanlarda yapılan açıklamaları bir araya getirmişler, fakat henüz bu notlar kitap halinde tab’ edilmemiştir.
Mahmud Efendi’nin sohbet ve derslerinde tutulan notlardan oluşan daha bir çok kitap mevcuttur.
Hülâsa
İhsan, zühd ve takva gibi Kur’anî kavramların ferdî telakkilere ve insan hayatına yansımasından ibaret olan tasavvuf, tarikatlarla kurumsal bir yapıya kavuşmuş ve milyonları etkilemiştir. Mürşidlere ve onların irşad tarzlarına göre farklı isimler altında vücut bulan tarikatlar içerisinde müntesipleri itibariyle en önde olanı ise Nakşibendiyye tarikatıdır. “İlmiye sınıfının tarikatı” olarak da bilinen Nakşibendiyye, Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin etkisiyle kısa zamanda Osmanlı Devleti sınırları içerisinde en etkin tarikat konumuna gelmiştir.
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî, ayrılıkçı akımların siyasî güce dönüştüğü bir dönemde ümmet bilincini öne çıkararak birlik ve beraberliğin tesisi ve tebaa’nın Osmanlı Devleti’ne bağlanması noktasında ciddi başarılara imza atmıştır. Mevlânâ Hâlid’in nüfuzunu fark eden devlet yöneticileri de Ona karşı ilgisiz kalmamış, akîdevî açıdan problem teşkil eden tekkeleri Onun halifelerine tahsis etmiştir. Hâlidi şeyhler halk ve siyasî otorite nezdinde öylesine yüksek bir itibar kazanmışlardır ki, çalışmalarıyla Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatmışlardır denilse mübalağa olmaz.
Silsilesi Abdullah Mekkî yoluyla Hâlid el-Bağdâdî’ye uzanan Muhterem Mahmud Efendi, Nakşibendiyye/Hâlidiyye öğretilerine sıkı sıkıya bağlı kalması ve muhalled yapıyı olduğu gibi muhafaza etmesiyle dikkat çekmektedir.
Hâlidiyye’nin davet usûlünden ödün vermeyen Muhterem Mahmud Efendi, (cemaat bilincinden ziyade) her türlü etnik yapıyı ve İslâmî meşrebi kucaklayan, ümmet kimliğini öne çıkaran bir muhtevada hizmet etmiştir. Onun bu duruşu, nüfuzunu kamuoyunda “İsmailağa Cemaati” olarak tanınan kitlenin çok ötelerine taşımış ve millet vicdanında büyük bir saygınlık kazanmasına vesile olmuştur.
Tarikatı, İslâmî esaslara bağlı bir alt birim olarak telakki eden Mahmud Efendi, irşad çalışmalarında İslâmî eğitime öncelik tanımıştır. 1980’lere kadar devam eden tedris hayatında yüzlerce öğrenciye icâzet vermiştir.
İslâm Dünyası’nın, Osmanlı’nın son dönemlerinde görülen yıkıcı akımlara benzer taifelerin tehdidiyle karşı karşıya olduğu bir dönemde Hâlidîliğin tabi dokularını olduğu gibi koruyan ve kamuoyunda da saygınlığı ile dikkat çeken Muhterem Mahmud Efendi’nin, ümmet şuurunun yüreklerde yeniden karılması noktasında önemli roller îfa ettiği ve edeceği kesindir.
***
[1] Bu makale “Şenocak, İhsan. “Kudemâ Meclisi.” İstanbul: Hüküm Yayınları (2016)” .künyeli eserden alıntıdır.
[2] Refîk el-Acem, Mevsû’at-u Mustalahâti’t-Tasavvufi’l-İslâmî, Mektebet-u Lübnan, Beyrût, 1999, s.991.
[3] Abdulmecîd b. Muhammed el-Hânî, el-Kevâkibu’d-Dürriyye ale’l-Hadâiki’l-Verdiyye, Dâru’l-Beyrûtî, Beyrût, ty., s.392.
[4] el-Hânî, a.g.e., s.434.
[5] el-Hânî, a.g.e., s.434.
[6] Hamid Algar, “el-Bağdâdî”, D.İ.A., VI, s.284.
[7] Hadise şu şekildedir: Şah, Taha el-Hakkârî’ye yetiştirdiği talebeler ve yaptığı hizmetlerden dolayı Türk sınırına yakın bir yerde iki köy bağışlar. Fakat el-Hakkârî hediye’yi kabul etmez. Bunun üzerine Şah köyleri vakfedip el-Hakkârî’ye bir âsâ ile bir cübbe gönderir. Sultan Abdülmecîd Han duruma vakıf olunca Taha el-Hakkârî’ye bağlılık ve ihtiramını bildirir. Bk. Abdurrahman Memiş, Hâlid-i Bağdâdî ve Anadolu’da Hâlidîlik, İstanbul, 2000, s.211.
[8] Mekkîzâde Mustafa Asım Efendi üç ayrı devrede 17 yıl şeyhü’l-islâmlık makamında bulunmuştur. Hâlid el-Bağdâdî kendisine iki ayrı mektup göndermiş, bağlılığına işaret etmiştir. Bk. Es’ad Sâhib, Buğyetu’l-Vâcid fî Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, Dimeşk, 1334, s.10, 70, 92.
[9] Algar, “el-Bağdâdî”, VI, s.284; Bu Risale, İbn-i Âbidîn’e ait Risaleleri hâvî “Mecmû’at-u Resâil-i İbn-i Âbidîn” başlıklı kitab’ın bazı nüshalarından selefi zihniyete sahip yayıncılar tarafından çıkartılmıştır. Bk. Muhammed Emin İbn-i Âbidîn, Mecmû’at-u Resâil-i İbn Âbidîn, Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrût, ty.
[10] Algar, “Halidiyye”, D.İ.A., XV, s.295.
[11] 1900 yılında İstanbul’da vefat edip Nişantaşı kabristanlığına defnedilen el-Hânî’nin hayatı için Bk. el-Hânî, a.g.e., s.7-8.
[12] Algar, “Halid el-Bağdâdî”, D.İ.A., VI, s.296.
[13] Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ’yı Ebrâr ve Şerh-i Esmâ’ı Esrâr, Süleymaniye Kütüphanesi, No: 2305-2309, II, s.212.
[14] Süleyman Uludağ, “Anadolu’da Halidilik”, D.İ.A., XV, s.299.
[15] Memiş, a.g.e., s.212.
[16] İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul, 1989, s.248.
[17] Ahmet Açıkgöz, “Tekkesi İşgal Edilen Şeyh”, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.2, Şubat-Nisan 2005, s.70.
[18] Açıkgöz, “Huzur Derslerinde Sistemi Sorgulayan Allâme”, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.4, Eylül-Kasım 2005, s.102-103.
[19] Açıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.5, Ocak-Mart 2006, s.73.
[20] Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Ulemâsı, İ.B.B.K.İ.D.B., İstanbul, 1996, I, s.404; Yunus Şevki Yavuz, “Güven, Dursun Nuri Fevzi”, D.İ.A., XIV, s.328.
[21] Albayrak, Yürüyenler ve Sürünenler, İstanbul, 1991, s.154-5.
[22] Yavuz, a.g.m., D.İA., XIV, s.329.
[23] Açıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, s.73.
[24] Açıkgöz, a.g.e., sy.5, s.73.
[25] Açıkgöz, a.g.e., sy.5, s.73.
[26] Mahmud Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi ve Şerhi, Ahıska Yayınevi, İstanbul, c.1, s.356.
[27] Açıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, sy.5, s.73.
[28] İstanbul depreminde hasar gören camii 80 yıl virane bir halde kalır. İçerisi kalaycıların barınma yeri olur.
[29] Bk. Mahmut Ustaosmanoğlu, Sohbetler, III, s.374.
[30] Enfâl: 45.
[31] Bk. Mahmut Ustaosmanoğlu, Sohbetler, III, s.375.
[32] Âl-i İmrân: 125.
[33] 1927 yılında Konya’dan Of’a gönderilen bir asker mektubunda Konya camilerine dair şöyle bir kayıt vardır: “Kuşluk vaktinde bütün camiler nafile namaz kılmak isteyen insanlar tarafından tıklım tıklım doldurulur.”
[34] Yahya Kemal, “Ezansız Semtler”, ‘Aziz İstanbul içerisinde’, İstanbul, 1974, s.121-124.
[35] Mahmud Ustaosmanoğlu, Rûhu’l-Furkân, İstanbul, 1991, I, s.9-10.
[36] Ustaosmanoğlu, Rûhu’l-Furkân, I, s.10.
[37] Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi, İstanbul, 1998, I-II.
[38] Ustaosmanoğlu, Sohbetler, İstanbul, 1995, I-IV.
[39] el-Hânî, a.g.e., s.533.